Archive for the 'Oyunlar' Category

Türk Zekâ Oyunları-1: Köçürme

Şubat 12, 2016

image

Pazarcık’ta halk çalgıları ve oyunlar

Haziran 20, 2008
Yazar Asım ZİYA   
Pazar, 02 Mart 2008

HALK ÇALGILARI-OYUNLARI

HALK ÇALGILARI

Kültürel zenginliğimizin önemli ürünleri olan halk çalgıları bu zenginliğin bir göstergesidir.

Anadolu insanı türkülerle doğar, türkülerle yaşar. Acılarını, üzüntülerini, sevinçlerini, heyecanlarını, kahramanlıklarını hep türkülerle dile getirir. Delikanlılar genç kızlara olan tutkularını türkülerle ifade eder. Gurbette yaşayanlara özlemler türkülerle anlatılır. Ölen insanın ardından duyulan acı türkülerde kendini gösterir. Türküler çalgılarla dile getirildiğinde daha bir güzelleşir.

Pazarcık yöresinde kullanılan çalgılar:

Zurna : Düğünlerin, nişanların, eğlencelerin vazgeçilmez çalgısıdır. Şimşirden yapılır. Ucuna ince kamıştan yapılmış sipsi takılır. Zurnaya ötme özelliğini bu sipsi verir. Zurnayla bütün türkülerin ritmine ayak uydurulur. Zurnanın sesi oldukça gürdür. Zurna sesinin gelmesi orada düğün, nişan gibi eğlence olduğunu gösterir.

Davul : Söğütten yapılan kalınca bir kasnağın iki yüzüne keçi derisi geçirilerek yapılır. Bu deriler kasnağın etrafına takılan deri sırımlarla iyice gerilir. Davul çomak ve çubuk adı verilen araçlarla çalınır. Çomağın ucu topuzludur. Çomak özel bir ağaçtan yapılır.

Yörede davul çalana davulcu, zurna çalana zurnacı denir. Davulcu ve zurnacılar sadece çalmayla kalmayıp zaman zaman oyuna da eşlik ederler.

 Kaval : Yörede en çok kullanılan çalgılardan birisidir. Erik, ardıç, söğüt gibi ağaçlardan yapılır. Genellikle çobanlar kaval çalar. Kaval, yanık sesiyle zevkle herkese kendini dinletir.

Bağlama : Sadece yörenin değil, tüm Anadolu’nun vazgeçilmez çalgısı olan bağlama, daha çok saz olarak bilinir. Gövdesi dut veya ceviz ağaçlarından; kolu ise ardıç veya erik ağaçlarından yapılır. Telli bir çalgıdır. Yörede bağlama yapımında usta olmadığından bağlama daha çok  çevre illerden temin edilir. 

HALK OYUNLARI :

 Pazarcık ilçesi Osmanlı Dönemi’nden 1942 yılına kadar Gaziantep’e bağlı iken, 1942′ den sonra Kahramanmaraş’a bağlanmıştır. Bu nedenle folklorik yapısında Gaziantep ve Adıyaman esintileri hakim olmakla beraber kendine has folklorik özellikleri de taşır.

Yörede oynanan halk oyunları: tura, simsim (eski köy düğünlerinde), aşey (aşive).

Merik: Yine Pazarcık’a has sözlü halay oyunudur. Merik aslında bir ağıt türküsüdür. Fakat bazı çevreler bu türkünün aslını saptırarak  oynak- kırık havaya dönüştürmüşlerdir. Türkü, aslına uygun olarak ilk defa 1981 yılında Mustafa Kılıçlı tarafından figürleştirilerek halk oyunları ekiplerinde ağıt oyunu olarak oynatılmıştır.

Hadedi, , Kırıkhan, Demirci, Çamur Dökerek Sallama, Maraş Üçayağı, Meryem, Dokuzlu, Fatmalı, Mendil Oyunu, Konser, Solak İlçede oynanan diğer oyunlardır.  

YÖREDE OYNANAN EĞLENCELİK OYUNLAR 

Çifler (Yüzük oyunu) : Altışar kişilik iki grup halinde, sini içerisine dizilen 7 adet pelit çubuğu içerisinde birisine kömür parçası ile oynanan ( kış eğlenceleri ) oyunlarıdır.

Mello: Çelik- çomak oyunu

Kişkit oyunu : Çocuk oyunu, meşe sopalarla oynanan oyun.

Taş misket: Gülle. Eskiden özellikle uzun kış aylarında oynanan bir oyundur. Erkekler arasında oynanırdı. Oyunun başlıca aracı, adına gülle denilen, taştan yapılma miskettir. Bu gülleyi yapmak bir sanat işiydi. Önce uygun bir taş bulunur, sonra bu taş bir demir parçasıyla iyice yontularak yuvarlak hale getirilirdi. Yuvarlak hale getirilen bu taş, zımparayla iyice düzlenerek oynamaya hazır duruma getirilirdi.

Oyunun birtakım kuralları vardı. Oyun başlamadan önce dönemin en yüksek madeni parası belirli aralıklarla yere dikilirdi. Daha sonra “evelim” diyen elindeki gülleyle en önce atma hakkına sahip olurdu. Oyunun oyuncu kadrosu hakkında bir sınırlama olmazdı. Oyunda “kavalım” diyen en sona atar, “kaveloyum” diyen ise sondan bir önce güllesini atardı. Sıralama bu sözlere göre yapılırdı. Kavalım deyip de en sona atan kişi eğer yere dikilen madeni paralardan bir tanesini vurduğu zaman atmasına devam ederdi. Böylece bir avantaj elde etmiş olurdu. Bu oyun sırasında atıcı, güllesini atmadan önce atacağı yeri iyice ayağı ile düzler, atış psikolojisinin bozulmasını engellerdi. İyi atıcı, oynamaya başladığı zaman bütün enekleri (yere dikili madeni paralar) toplardı. Herhangi birisinin güllesini vurduğu zaman, güllesi vurulan oyundan çıkardı.   

Taş kızdırmaç: Eskiden televizyon gibi araçların olmamasından dolayı akşamları gençler bir araya toplanarak çeşitli oyunlar oynarlardı. Taş kızdırmaç da bu oyunlardan birisidir. Gençler önce ortaya bir ateş yakar, sonra bu ateşte yuvarlak, beyaz bir taş ısıtırlardı. Taş ısıtıldıktan sonra 8-10 kişi yan yana saf tutarak dizilirlerdi. Ortada duran kişi taşı olabildiğince uzağa atarak oyunu başlatırdı. Daha sonra dizili olan bu gençler etrafa dağılarak taşı aramaya başlarlardı. Taşı bulan kişi en yakınında kimi yakalarsa oyunun başlangıç yerine kadar onun sırtına binerdi..

Kıygo: Uzun kış aylarının vazgeçilmez oyunlarından birisidir. Bu oyunun en önemli kuralı, bir kişinin gözünün iyice bağlanarak ebe yapılmasıdır. Gözü bağlı ebeye oyunun diğer oyuncularından bir tanesi sert bir şekilde vurur ve ebeden kendisine vuran kişinin kim olduğunu sorardı. Ebe vuran kişiyi bilirse, ismi ebe tarafından söylenen bu kişi ebe olurdu. Bilemezse bilene kadar oyun bu şekilde devam ederdi.

Lölük (Lüle ): Bir  yassı taş üzerine dikilen yuvarlak taşın etrafında bir kişi ebe olurdu. Oyunun diğer oyuncuları belli bir mesafeye çizilen çizginin gerisinden, dikilen bu taşı vurmak için elindeki taşı atardı. Eğer bu taşı vurursa, ebe tekrar küçük yuvarlak taşı yerine dikmek zorundaydı. Ebe taşı dikmeye çalışırken, taşı vuran oyuncu da attığı taşını tekrar alarak oyun çizgisine ulaşmaya çalışırdı. Eğer bu işi yapamazsa, yani ebe taşı dikerek, kendisini çizgiye varmadan yakalarsa ebelikten kurtulurdu ve yakalanan kişi ebe olurdu.

Taş Dikme (Kürt Kalesi): Eşit sayıda iki grup arasında oynanan bir oyundur. Yaklaşık 50-60 m arayla iki tarafa üçer tane taş dikilir. Her oyuncu grubu kalesini seçerek, kalesinin tarafına geçerdi. Sırasıyla karşı tarafın kalesine taş atmaya başlarlardı. Üç taştan birsini yıkan oyuncu bir taş daha atma hakkına sahip olurdu. Eğer herhangi bir taşı yıkamazlarsa taş atma sırası karşı tarafa geçerdi. Bütün taşları deviren grup kale değiştirmek için karşı takımın oyuncularını kendi taraflarına çağırırdı. Herkes seçtiği bir kişinin sırtına binerek karşıya, yani yeni oyun tarafına geçerdi. Bu oyunun diğer bir kuralı ise, takım oyuncularından birisi taşlardan bir tanesini yıktığında, aynı takımdan bir başka oyuncu bütün taşlar yıkılmadan yıkılan bir taşı vurduğu zaman o taş tekrar dikilirdi. Yani hiç yıkılmamış hükmüne geçerdi. Oyunculardan biri bir taşla iki taşı birden devirdiğinde, rakip oyuncu “ikilik” dediği zaman taş tekrar dikilirdi. Eğer taşı deviren kişi, ikilik dediği zaman üç taş fazla atma hakkına sahip olurdu. Bu durumda taraflardan birisinin öncelikle ikilik kelimesini kullanması gerekirdi. Oyunun en zevkli tarafı ise yenen takımın, yenilen takımın sırtına binmesiydi.

Çelik: Yörede en fazla oynanan oyunlardan birisidir. Çok çeşitleri olmakla beraber en çok oynanan şekli şudur: Toprağa, yaklaşık 10 cm çapında, 7-8 cm derinliğinde çukur açılırdı. Oyunun araçları ise yaklaşık 40-50 cm’lik ve 15-20 cm’lik iki tane sopa idi. İki kişilik bir oyundur. Oyuna başlamadan önce “daraklama” denilen yöntemle, yani büyük sopanın üzerinde küçük sopayı saydırmakla, oyuna önce kimin başlayacağı belirlenirdi. Çok saydıran oyuna önce başlama hakkını elde ederdi. Oyuna başlayacak oyuncu, açılan çukurun üzerine çapraz olarak küçük sopayı yatırır ve büyük sopayı çukurun içine daldırıp bütün gücüyle küçük sopayı ileri doğru fırlatırdı. Diğer oyuncu ise küçük sopanın tahmini düşebileceği bir yerde beklerdi. Eğer küçük sopayı yere düşmeden tutarsa, oyun kendisine geçerdi. Tutamazsa düştüğü yerden, çukura çapraz yatırılmış büyük sopayı vurmak için küçük sopayı atardı. Büyük sopayı vurursa oyun yine kendisine geçerdi. Vuramazsa küçük sopanın düştüğü yerden, diğer oyuncu büyük sopayı alarak yerdeki küçük sopayı havaya doğru kaldırarak büyük sopayla üç defa vururdu. Küçük sopanın düştüğü yerden çukura kadar büyük sopayla ölçerdi. Kaç boy gelmişse, o kadar sayı almış olurdu. Sayma işi bittikten sonra tekrar daraklama denilen yöntemle üzerine sayı eklenirdi. Oyun bu şekilde devam eder, en çok sayıyı alan oyuncu oyunu kazanırdı.  

Afyon-Nuh Kasabası

Haziran 19, 2008
“Yitirilen Değerler” yazı dizisini hazırlayan Hasan EŞME hocamıza sonsuz teşekkürler… http://www.nuhkasabasi.com

YİTİRİLEN DEĞERLER–46: KOVA OTU ŞAPKASI

 Kara hasırlık, kız sazı, samar, gındıra, kofa, hasırotu, kovalık adlarıyla 30–70 cm boyunda, çok yıllık bitkidir. Kümeler halinde gelişen kova otları silindirik ve sivri uçlu, içi boş veya yumuşak süngerimsi özle kaplıdır. Bataklıklarda ve sulu yerlerde 800–1830 m’ler arasında yayılış gösterir.

Uçlarının dikensi özelliğinden hayvanlar yemez. Bu yüzden sürekli su olan yerlerin eteklerinde sürekli bulabilirsiniz. Öküz veya beygir güderken, büyüklerle birlikte köyde başkalarına zarar vermesin diye tarlaya götürülünce eğlencemiz olan bitkidir.

Biz onu en çok şapka yapımında tanıdık ve sevdik. Bu işlerde bizden yaşça büyüklerin göstermesi ve yardımlarıyla şapka örümünü bitiripte başımıza geçirdiğimizde duyduğumuz sevinci bu günün çocukları en güzel bilgisayar oyununda duymuyordur. Bu otlar küme içinde ayrı ayrı boy verdiklerinden en uzunları yeteri kadar tek tek yolarak koparılıp hazırlanır. Giyecek kişinin kafasının büyüklüğüne göre önce sıkıca çemberi örülür. Kök kısımları bu çemberin içinden geçirilince örme yoluyla veya düğümleme yoluyla tutturulur. Bu işlem bitince boyu zevke göre ayarlanarak yukarıda uçlar aynı otla bağlanır. Görüntüyü bozan fazla uçlar bıçakla kesilir. Hazır duruma gelmiş şapkamızı artık kafamıza geçirebiliriz. Arazide olmanın en büyük mutluluğu gibi eğer köye az erken dönüyorsak arkadaşlarımıza caka satmaya bayılırdık. Arkadaşlarımızdan daha sonraki gidişlerde yerine getirilmek üzere ısmarışlar(sipariş) almak sevindirirdi.
 

 

YİTİRİLEN DEĞERLER–45: MENEVŞE(menekşe) TOPLAMAMenekşegiller familyasındaki Viola cinsinden 500 kadar, bir-iki ya da çok yıllık dayanıklı bitki türünün adı menevşedir. Diğer adları: Menekşe, menemşe, benevşedir. Bu türlerden 20 kadarı ülkemizde yetişmektedir. Doğada özellikle nemli yerlerdeki ağaç altlarında, ormanlık alanlarda ve taşların güney taraflarında kendiliğinden yetişen, güzel kokusu olan ve 10–15 cm. kadar boylanabilen, çok yıllık bir bitkidir. Bitki, bu güzel kokusunu, ancak koparıldığı zaman çevresine yayar. Kalp biçiminde koyu yeşil yaprakları; kış sonu ile ilkbaharda açan mor ya da seyrek olarak beyaz taçyapraklı çiçekleri; açık sarımsı kahverengi, minik, sert ve yuvarlak tohumları ve gene sarımsı kahverengi rizomu (kök gövdesi) vardır. Bitki, tohumlarıyla ya da rizomundan uzayıp toprağa yapışarak yeni bitki oluşturan kök saçaklarıyla çoğalır. Kokulu menekşe saponin, mentil salisilat, alkaloitler, flavonitler ve uçucu yağ içerir.

 Kasabamızda piknik alanının bittiği yerden çay boyunca Leylek Söğüdü’ne kadar olan bölümde, Yumrukaya Çayı’nın bazı yerlerinde ve Akbayrak’tan Asaraltı’na kadar olan kesimlerde kayaların güney yönlerinde ilkbaharın ilk dönemlerinde kendini gösterir. Yeşil yapraklar içindeki mor çiçekleriyle güzelliğine güzellik katar. Bizim çocukluğumuzda nişanlı kızlar yavıklılarına menevşe demeti yollardı. Böyle zamanlarda biz çocuklar önemli görev üstlenirdik.5–6 çocuk güle oynaya arada kavga ederek menevşe toplamaya gider, topladığımız menevşeleri yımırta, peynir vb. yiyecek karşılığında yavıklısı olan kızlara verirdik. Kızlar menevşeleri güzelce demet yapıp ortasına da sarıçiğdem çiçeği yerleştirerek yavıklısına yollarlardı. Bu demetler belirli bir süre elde tutularak ve koklanarak (özellikle yavıklının göreceği yerlerden geçilirken) gezilir. Daha sonra ceketin sol üstteki küçük cebine herkesin görebileceği biçimde yerleştirilirdi. Geçen yıllarla birlikte bu toplama-demetleme-yollama işleri de yitti gitti. İçinde menevşe geçen türkülerle birlikte bu güzel geçmişi anlatmakla önemli bir görevi yerine getirdiğimi sanıyorum.

 ÇİÇEKLER İÇİNDE MENEVŞE BAŞTIR/Sadık Taşucu-Mersin. Silifke

Çiçekler içinde menevşe baştır.

Güzeli gösteren göz ile kaştır.

Gurbete gidiyom mektup ulaştır

Mektup ile konuşalım bir zaman.
SARIÇİÇEK MOR MENEVŞE ZAMANI/Mahmut Güzelgöz-Şanlıurfa

Sarıçiçek mor menevşe zamanı,

Henüz gelmiş sarılmanın zamanı.

Çıkar balam goynundaki gümanı,.

Korkma balam korkma seni yemezler.
MENEVŞE KOYMUŞLAR GÜLÜN ADINI

Menevşe goymuşlar gülün adını, adını,
Almadım ben dünyada muradımı vay vay.

Allar geymiş ne yakışır Ayşe’ye Ayşe’ye,
Boyunu benzettim mor menevşeye vay vay.

GÜL MENEVŞE SENDEN ALMIŞ KOKUYU/Sivas Tokuş Köyü

Gül Menekşe Senden Almış Kokuyu,

Seninle Açarmış Dal Yarim Yarim.

Baharda Ayrılık Gurbetin Huyu,

Yaş Olup Gözlerimde Dol Yarim Yarim.
MENEVŞE BULDUM DEREDE/Kır İsmail Güngör-Adana

Menevşe buldum derede,

Sordum evleri nerede,

Üçbeş güzel bir arada.

 Menevşesi tutam tutam,

Arasına güller katam,

Nice gurbet elde yatam.

Menevşe kokulu yarim,

Kime arzedeyim halim,

Elimden aldılar yarim.

 

MENEVŞE/Karacaoğlan
Kadir Mevlâ’m seni öğmüş yaratmış
Çiçekler içinde birdir menevşe.
Bitersin güllerin hârı içinde
Korkarım yüzüne batar menevşe.

Yaz gelir de heveslenir bitersin
Güz gelince başın alır gidersin.
Yavru niçin boynun eğri tutarsın
Senin derdin benden beter menevşe.

Senin meskenindir kayalar sengi
Kokusu menevşe güldür irengi.
Aradım dünyayı bulunmaz dengi
Güzel yatağında biter menevşe.

Bakmaz mısın Karac’oğlan halına
Garip bülbül konmuş gülün dalına.
Kadrin bilmeyenler alır eline
Onun için eğri biter menevşe.

Yazımızı bir menevşe öyküsüyle bitirelim.

 Menevşe; her gün yakınıyormuş yanında ki, diğer çiçeklere:

 —Benim boyum neden kısa.

 —Oysa ben güzelim.

 —Benim neyim eksik,

 Diye ve başlamış dua’ya. Benim boyum da uzasın diye. Dua bu kabul olmuş ve boyu uzamış menevşenin. Bir gün bir yel esmiş ki, yel değil afet. Çiçek yıkan, ağaç söken cinsinden. Menevşe yer ile yeksan(düz, bir, aynı düzeyde, eşit)… Ve son sözlerini söylerken diğer çiçeklere:

— Ben ölüyorum.    Diye inlemiş. Diğer çiçekler:

— Anladın mı? Demiş.

— Boyun kısa olsaydı etkilemezdi bu rüzgar seni.

— Gözün yüksekler de olmazsa yaşar giderdin…

İşte menevşenin büyüklük sevdasının sonu dostlar… 26.04.2008

 

 
YİTİRİLEN DEĞERLER–44: ÇİĞDEM KAZMA     
    
Uzun ve sıkıcı kış günleri bitipte baharla birlikte sarı sarı, beyaz beyaz çiğdemler çıkardı ki insanın içi hep ümit dolardı. Doğada ender bulunan bu çiçeğin hem yumrularını, hem de yapraklarını yiyorduk. Çünkü çiğdemin, idrar söktürücü, kabızlığı giderici özelliğini de belki büyüklerimiz bildiğinden yememize ses çıkarmazlardı. Kısacası çiğdem bizim için değerli bir çiçekti. Küme küme çocuklar meşeden veya davşınaktan(pinar çalısı=ahurcuk) yapılan deynekleri akşam olmadan hazırlardık. Sabah erken saatlerde kafadar arkadaş kümesiyle anlaşarak köyün uzak yerlerindeki Akbayrak, Gökseki üstleri, Armıtçıl Özü gibi yerlere çiğdem kazmak için giderdik. Kayış yerine yular eskisi iplerden bellerimize sıkıca bağlayıp elinde çiğdem deyneği cenge giden asker gibi yola çıkardık.  Ekmek ve kuru soğanlardan azıklar hazırlanır, ellerimizde ısırarak veya çapıttan dikilmiş torbaya konup omzumuza asılarak yola çıkardık. Ayaklarımız çıplak veya çorapsız lastik ayakkabı içinde olurdu. O zaman örme yün çoraplar olduğundan koyunu olmayan evlerin çocuklarına çorap giyme sırası gelmezdi. İlkokula başlayıncaya kadar fistanla gezer yürürdük. Ceket, kazak pek tanımadığımız giyecek çeşitleriydi. Bu yüzden dayanıksız çocuklar olarak çabuk hastalık kapar, bademcikleri düşmüş, ısıtma tutmuş, keçeleşmiş, geğirleri(eğirleri) batmış, guluç durmuş vb. adlarla anılan üst solunum yolu hastalıklarından yataklara düşerdik. Kocakarı ilaçları ve yerel tedavi yöntemleriyle genelde beygir gübresine gömülerek, gır çayı içirilerek, mancar bekmezi yedirilerek, üzerlik tüttürülerek, boğazına et sarılarak, deriye çekilerek iyi edilmeye çalışılırdık. Ellerinde çiğdem deyneği olan beş arkadaş buluşup gâvur ininin arkasından giderek yukarılara çıkmaya başladık.

Yürüdüğümüz yerler boyunca her yer alabildiğince çiğdem doluydu. Altın gibi sarı, kar gibi beyazlık, yeşilin değişik tonları, lacivert renkler göz kamaştırıyordu. Çiğdemlere doğru koşmaya başladık. Biz beyaz çiğdemleri kazardık çoğunlukla. Onların kökündeki yumrular daha iri ve tatlıydı. Sarı çiğdemlerin çiçeklerini öteki çiçeklerin arasına süs olsun diye kazardık.
Deyneğin ucunu çiğdemin bir santim gerisinden toprağın içine doğru sokup geriye doğru eğdirince ve yarılan topraktan başıyla beraber çiğdem çıkıyordu. Sert olan yerlerde her babayiğidin harcı değildi çiğdem kazmak. Deyneğin arka kısmını göbeğine doğru denk getireceksin, ayaklarını yerden keserek hoplayıp bütün ağırlığını deyneğe vereceksin.

Bir.. iki.. üç.. ve çiğdem çıkar.

— Tüh le.. gırçıldı yav.
Çiğdem kazılırken bazen kafa kısmı çıkmaz, sadece üst bölüm sapı ile çıkar bunada ‘gırçılma’ derdik.

Çiğdem bağlarının bir kısmını ellerine bir kısmını ceplerine çiçekleri dışta kalacak şekilde koydular. Buz gibi ama oksijen dolu tertemiz kır havasında açık arazide gezerek geleceğin beceri ve dayanıklılığını kazanırdık. Ellerimizde deynek, ceplerimizde çiğdemlerle zafer kazanmış askerler gibi yoldan geçerdik. Sanki herkes bize bakıyordu. Evlerimize giderdik. Çiğdem kazma gezileri sabahtan ikindiye kadar sürerdi. Köye dönüldüğünde küçük kardeşlerimiz veya küçük komşu çocukları çiğdem çiğdem diyerek yanımıza koşuşurlardı. Ceplerden, torbamızdan veya fistanın eteğine doldurduğumuz çiğdemleri ortaya atardık. Onlar da paylaşmaya çalışırlardı. Çiğdemimiz az olursa onlara nazlanarak verirdik bu sırada aslında onlar sarı, beyaz, lacivert çiçekli çiğdemleri değil, küçük yüreklerindeki bembeyaz sevgilerini paylaşıyorlardı. İşte biz çocukları gelecekteki yaşama hazırlayan etkinliklerden biri. Çocukluğu kasabada geçenler bu durumu çok iyi bilirler sanırım.
10.04.2008

YİTİRİLEN DEĞERLER–43: CAN YANDI

Ferfine, gezek gibi yemek yeme, eğlenme ve oyunların sunularak
geçmişten geleceğe konuların ele alındığı toplantı gecelerinden
birisidir. Bunun için eli iyi kalem tutan biri ortaya çıkar,
‘yemekleri belirleyin bakalım’ diye bağırır. Orada bulunanlar sevdiği
yemeğin adını söyleyerek yazdırır. Liste üzerinde konuşup tartışılarak
ekleme ve çıkarmalar yapılır. Önce arabaşı yazılır, tavuk, börek,
turşu, kara havla, haşhaş havlası… Özetle aynı yemekten iki tane
olmamak kaydı ile on kişi var ise kişi sayısından iki eksik yemek
yazılır ufak kâğıtlara. İki tanede boş kâğıt içlerine atılır. Kâğıtlar
dürülüp orta yere atılır. Herkes uzanıp birer tane alır. Açıp
bakarlar. Kimin şansına ne çıktı ise listedeki yemek çeşitlerinin
karşısına yazılır. Belirlenen zamanda hazırlanmış yemekler oturulacak
misafir odasına toplanılır. Hep birlikte güle oynaya yemekler yenir.
Bu tür gelenekler bizim ilimiz ve civarındaki illerin köy ve şehir
merkezlerinde belki değişik adlar ile hep yapıla gelmektedir.
Güzel ve seviyeli toplantı. Karşılıklı sevgi ve saygı. Kuşakların
birbirleriyle kaynaşmaları. O sevgi, o saygı, o içtenlik şimdilerde
nerde? Gece canı sıkılan bir arkadaş saat 11’de 12’de çıkar gelir,
nazının geçtiği bir arkadaşa bir iki saat oturur, çaylar içilir,
yemekler yenilir, dertlerle sevinçler paylaşılır giderdi. Şimdi
gecenin on ikisinde kardeşine varsan belki kapısını bile açmaz; ne
dersiniz? Şimdi bu tür etkinlikler için zaman mı yok? İstek mi yok?
Bir arada oturup konuşmalar yok. Oturma yok, TV’ler insanları evlere
kapattı. Hoşsohbetler bitti. Sevgi saygı azaldı, neredeyse bitti,
bitiyor. Son dönemde bilgisayar oyunları ve iletişimlerde buna
eklenince insanlar kendilerini yalnızlığın kucağına tam atmış
olmadılar mı? 22.03.2008
 

YİTİRİLEN DEĞERLER–42: GEZEK

Uzun kış gecelerinin olmazsa olmazlarından biriydi. Adını gezmek eyleminden almıştır. Gezek sıralaması için kura çekilir. Kura işleminde de kibrit çöpü kullanılır. En kısa çeken gezeği üslenen kişidir. Gezek için belirlenen yemek çeşitleri hazırlanır. Bunlar gezeği üslenmiş olan kişinin durumuna ve gezeğe katılanların isteğine göre değişiklik gösterebilir. Arabaşı, et ve arabaşının yutulması için acılı et suyu, tatlı türü(kara havla, haşhaş havlası, tez bişti, ekmek
gadayifi, tel gadayif…),turşu, turp salatası genelde bu gecelerin belli başlı yiyecek türleridir. Sonra uygun olan mahalle misafir odasında toplanılır. En güzel sohbetler burada yapılır. Geçmişten anıların anlatıldığı gibi geleceğe yönelik tasarılardan da söz edilir. Hazırlanıp getirilmiş olan yemeklerin yenilmesinden sonra çeşitli oyunlar oynanarak gece bitirilir. Eski özelliğini yitirmesine karşın arada sırada yapıldığı gözlenmektedir.
07.03.2008
 

YİTİRİLEN DEĞERLER–41: FERFİNE

Kaynaklarda ferfinenin sözlük anlamına ulaşamadık. Halk kültürümüzde genel olarak geçmişten günümüze gelen belirli bir nedene dayanmadan ortaklaşa, uzun kış gecelerinde yapılan, harcamalardan her kişiye eşit düşen hisseli yemekli toplantılardır. Uzun kış gecelerinde, dost, komşu, ahbaplarla akrabaların birlikte,  kendi aralarında o güne has  hazırlanan her türlü yemeklerin yenilerek  gecenin geç saatlerine kadar sürdürdükleri erkeklerin yaptığı bu eğlenceye ferfine denilir. Ferfine köylerde çok yapılan gelenek ve hoşgörüye, sevgiye dayanan bir görgü kuralıdır. Ferfinede bir amaç da eğlenirken köy içi ve köyler arası birlik ve bütünlüğün sağlanması, köyde yapılabilecek çalışmalar için birlik oluşturulmasıdır. Yurdumuzun çeşitli yörelerinde ferfene, felfele, ferfana, ferfane, ferlere, harfana ve herfene gibi adlarla yapılan uygulamalar da genelde ferfineden ayrı uygulamalar olmayıp geleneğin çeşitlerini oluşturmaktadır. Bu etkinliklerde halk kültürümüzün en önemli özelliklerinden olan yardımlaşma, ortak hareket etme ve iyi komşuluk ilişkileri gibi çalışmaları bir arada görmek olasıdır.

Ferfine, işlerin azaldığı, Kasım ayının sonlarında başlar, Mart ayına kadar sürer. Gece geç vakitlere kadar oturup konuşan arkadaşlardan biri bir görüş atar ortaya… Der ki, “Arkadaşlar, gelin bir ferfine yapalım.”  Köyde bulunan 20’ye yakın odadan hoşgörüsü fazla olan veya küme içinde sahiplerinden odalar ferfinenin yapıldığı başlıca yerlerdir. Bu konuda odalar arasında tatlı yarışlar olup, bir odada ferfine yapıldığı duyulduğu zaman, muhakkak diğer odalarda yapmaya çalışır. Çünkü onlar için ferfine demek kafadarların uygun bir yerde ( genelde mahalle odalarında ) bir araya gelmesi ve burada sabahlara kadar seviyeli eğlencelerin yapılması; yüzük, aşık(kemik) oyunlarının oynanmasıdır. Yemeklerin yenmesi, güzel olan şeylerin konuşulması anlamına gelir.

Ferfine sırasında oynanan oyunların amacı eğlenceli bir gece geçirmektir. Ferfineye katılanlar yatsıdan sonra bir odaya toplanırlar. Selamlaşır, hal hatır sorar, ailelerde ve çevrede yaşanan güncel olayları konuşurlar. Kimin kızı kimin oğluyla nişanlanmış. Kimlerin gurbetten mektubu gelmiş köye nereden konuk gelmiş. Hatta kimin ineği bızılamış(buzağılamak) haberleri geçilirdi. Bazı yörelerde ise ferfineye yalnız evli olmayan delikanlılar katılır.  Gecenin ilerleyen saatlerinde odalar dağılır. Mahalle tam gecenin karanlığına gömüldü, gömülecek diye düşünürken birden bire bir hareketlenme olur. Tatlı bir koşuşturmaca başlardı. Gece tam bitmeden oda sakinleri her zamankinden biraz daha erken kalkar ve genelde de hep birlikte odadan çıkarlardı. Sen zannedersin ki sanki hepsinin de aynı anda uykusu geldi. Ama işin aslı ferfine yapacak olanlara alan açmaktı. Onlara odayı bırakmak için her zamankinden erken dağılırlardı. Zaten onlar çok iyi biliyorlardı ki hem odanın içinde hem de dışarıda onların odayı terk etmelerini bekleyenler var. Onlar odayı terk ettikten sonra odanın içinde kalanlar odayı yeni konuklarına hazırlarken, odanın dışındaki gözcü ise ferfineye katılacak olan diğer konuklara çoktan haberi uçurmuş olurdu. Kara havla, haşhaş havlası yapılır veya  kadayıf(ekmek veya tel) olurdu. Akşamüzeri evlerde; tavuklar pişirilirdi. Arabaşı (un kaynatılarak belli kıvama getirilir soğutulup dilim dilim kesilir ortası açılıp bol acı biberli sıcak et suyuyla) dökülür.  Ferfine etinin piştiği tencerede, tencere hakkı olarak o evdekiler için bir miktar et bırakılır ve onun parası alınmaz. Odadaki sobada yanmış meşe odunlarının közleri(kor) sobanın altından başlayıp önündeki çukur küllüğe çıkarılıp üstüne maşa uzatılır. Üzerine dilimlenmiş ev ekmekleri konarak kızartılır. Üzerine sadeyağı(tereyağı) sürülür. Kelik kelik(büyük peynir kalıbı) peynirlerde dilimlenir. Yanına kuru soğan kesilir. Arada kuru soğanlar küle gömülüp pişirildikten sonra sıfraya gelir. Şenlik havası içinde güle oynaya yenir. Su bir yandan sobanın üstünde veya gaz ocağının üstünde kaynar, arabaşının ortasındaki acılı et suyu azaldıkça ve soğudukça üzerine eklenirdi.  Daha sonra genel isteğe bağlı oyunlara geçilirdi. Oyunlarda yapılan muziplik ve şakaların duygu ve anıları yıllarca belleklerde yaşardı. Bunun aslı birlik, bütünlük ve bir tür sevgi, saygı dayanışmasıdır.

Oyunlar; bilgi yarışmaları, cezalı oyunlar, becerilerin sergilenmesi şeklinde kümelendirilebilir. Ustalık ve beceri oyunları bireysel ya da kümeler arasında yarışmalar şeklinde olabilmektedir. Yine müzik aleti çalabilenlerle uzun hava ve oyun havalarını özellikle güzel söyleyebilenler (maniler, türküler, taşlamalar) ferfineye renk katarlar. Bilinen oyunların dışında kişilerin kendilerinin bulup uyguladıkları oyunlar da ilgi ile izlenmekte, bunlardan beğenilenler o köyde her ferfinede yinelenmektedir. Bazen gençlik yıllarında oynadıkları oyunları konukların ve oradakilerin yoğun isteği üzerine oynayan yetmiş seksen yaşındaki eski tüfek amcalar hala o günlerin coşkusunu sergilemektedir. Genelde her oyunun sonunda bir ceza uygulaması (örneğin yenikleri kağnıya koşup üzerine yenenlerin binerek kağnıyı köyün bir başından diğer başına çektirmesi) vardır. Genellikle oyunlarda en çok ceza alarak dayak yiyenler oyuna ilk kez katılanlardır. Şakayla karışık uygulanan dayak hiçbir zaman şakanın ötesine geçmez. “Cız” oyunu bunun en güzel örneklerinden birisidir. Hangi oyun olursa olsun Türk insanının yaratıcılığı, saflığı ve kurnazlığı burada da kendini göstermektedir. Yeni bir oyun sergilemek isteyen bunu izin alarak sergileyebilir. Coşku doruğa çıktığında yöreye ait türküler söylenip soba maşası çalınmasıyla kaşık oyunları oynanırdı. Oyunlar beğenilirse ödüllendirilir, beğenilmezse cezalandırılırdı. Gösterdiği değişikliklerde yörelerin özelliklerini gösterir.

O zamanki insanlarımız konuğun önemini bizden çok daha iyi biliyorlar. Bunun için mahalle odaları yapmışlar ve onların oturma, ısınma, yeme, yatma gereksinimlerini karşılamaya çaba göstermişler. Odalarda yakılan meşe odunları köy korusundan, kömür, tüp(eskiden gaz yağı),elektrik ödemesi giderleri ortaklaşa karşılanır. Odaya sürekli çıkanlarla odayla yakından ilgilenenlerin birer göz dolavı(dolap) bulunur. Dolavında çayı, kahvesi, şekeri, çerez türü çeşitli yiyecekleri hazır dururdu.

Sofra bezleri serildikten sonra tahtadan durağan ayaklı olarak yapılmış sıfra( yer sofrası) kurulurdu. Yemek, konuşma ve oyunlar yoluyla bu gelenek tüm kırgınlıkların ferfine odasında unutulmasına neden olduğundan birlik ve bütünlük, kardeşlik duyguları güçlenmektedir. Aynı duygular komşu köylerden gelenler aracılığıyla köyler arasında da yayılmaktadır. Elektrik ışığı olmadığından sokağa çıkınca ve eve gidip gelirken fenerle (bir çeşit gaz lambası) yapılırdı.

Ferfineciler odanın anahtarını odanın sahiplerinden istediklerinde hemen verilirken zaman geçtikçe anahtarlar verilmemeye veya vermemek için bin bir dereden su getirilmeye başlanmıştı. Belli ki odanın sakinleri gençleri kırmadan reddetmek istemekteydiler. Nedeni ise aslında çok açık. Ferfine yapacağız diye toplanılıp ferfinenin özüne uymayan davranışlara girişilmesi, odada içki içilmesi ve sonucunda yaşanan tatsızlıklar, kirletilen odanın ve odadaki kullanılan eşyaların temizliğinin yapılmadan bırakılıp gidilmesi oda sakinlerini rahatsız etmiştir. Odada namaz kılındığından dolayı gençlerin bu tür davranışlarından oldukça rahatsız olunmuştur. Böylelikle odaların ışıkları da erkenden söner olmuştur. Bunun yanında gençlerin büyük çoğunluğunun şehirlerde yaşıyor olması, odalar yerine kahvelerde oturmanın seçilmesi bu güzel geleneğinde azalıp geçmişteki değerler içinde yerini alması kaçınılmaz olmuştur. Ferfinenin önemi ve sıra dışılığı şu güzel atasözleriyle ne güzel pekiştirilmiştir: Yarım yumurta ile ferfine olmaz. Yarım ferfineye girilmez.
24.02.2008
 

YİTİRİLEN DEĞRLER–40: UZUNEŞEK OYUNU

İki takımın oynadığı yöneticisi olan bir oyundur. Yönetici genellikle küme içindeki en kilolu kişidir. Yönetici direk olarakta adlandırılır. Uzuneşek direk olmadan oynanamaz. Direk sırtını bir ağaca veya bir duvara dayayıp sağlamca durduktan sonra yüzünü oyunculara doğru çevirir.
Oyuncular eşit sayıda iki takıma ayrılır. İlk “yatacak” takım kura ile veya sayışılarak belirlenir. Sayışma:
” İlli milli,
Doğan dilli,
Kaldır kapak,
Tohum, tüfek, fişek!”
biçiminde bir ona bir ötekine parmakla gösterilerek söylenir. Sayışmanın sonunda parmak hangi takımın oyuncusunu gösteriyorsa o takım yatar. Yatacak takımın ilk oyuncusu kafasını yastığın bacakları arasına sokarak omuzlarını yastığın bacaklarına dayar, takımın diğer üyeleri de kafalarını sırayla öndeki arkadaşlarının bacakları arasına koyarak, öndeki arkadaşların bacaklarına sarılarak
baş aşağı şekilde bir insan zinciri oluşturarak dizilir. Sıra sıra dizilen sırtlara atlamak için diğer takım sabırsızlık içinde beklemektedir. Çökertilmek için iştahımızı kabartan bu sırtlara uzunca bir mesafeden koşarak gelir ve zıplayarak lop diye bütün gücümüzle otururduk. Amaç eşeğin çökertilmesi olduğundan hep aynı kişinin üzerine atlanarak o kişinin direnci kırılmaya çalışılırdı.
Oyunları oynarken herhangi bir düzen ya da sıra olmazdı. Ekseriya oyunlar konusunda bir moda akımı vardı. Kimi oyunlara rağbet artarken kimi oyunlar o dönem için unutulurdu. Bazen bir oyun günlerce bıkmadan usanmadan istisnasız bütün çocuklar tarafından oynanırdı. Oyunlara karşı olan bu dalgalanmalı istek ve ilgiyi yaratan etkenin ne olduğunu bilemezdik.
Atladıktan sonra yukarıdakilerin hareket etmeleri yasaktır. Birinci amaç yatan takımı atlamanın şiddetiyle devirmektir. Devrilen takım yeniden yatar. Atlayanlar yere değerse kaybetmiş olup yatarlar.

Eğer yatan takım devrilmemişse ve atlayan takım oyuncularından hiç biri yere değmemişse atlayan takımın ilk atlayanı direğe parmaklarıyla tuttukları sayıyı gösterir. Bu sayı beşten büyük olamaz ve elin birisinin parmaklarıyla gösterilir. Yatan takımın başındaki de düşündüğü sayıyı bağırır ve eğer atlayanların gösterdiğini bilirse, atlayan takım yatar. Yoksa yatanlar yeniden yatar. Hareketli, neşeli, yorucu olan bu oyunlar yoluyla vücudumuzdaki durağan enerji kinetik enerjiye dönüşürdü. Çoğu oyunlarımız acımasızca ve kıran kırana oynanır, bu tarz oyunlarımızda karşı takım oyuncularına eziyet etmekten çok hoşlanırdık. Oyunlarımızda canımızın yandığı kadardan fazla karşımızdaki oyuncuların can acıtmaya uğraşırdık.06.02.2008
 

YİTİRİLEN DEĞERLER–39: BİRDİRBİR OYUNU

 

 

2 kişi ile 8 e kadar kişinin katılımıyla açık havada oynanan oyun türüdür. Oyun oynayacak çocuklar çember yaparak sayışma yoluyla ebeyi seçerler. Oyuncu çok olursa uzun sayışma sonunda:
İlana bak ilana.
İli düdük çalana.
Beni verme çobana.
Çoban yolu bu mudur?
İçi dolu su mudur?
Ben bu sudan geçemen
İncili boncuk seçemen.
Garadaşın Gızlanı
Bi çalıya kısdırdım.
Öpe öpe küsdürdüm.
Hap!
Hup!
Naneyi yut. 
diye gösterilen çocuk ebe seçilmiş olur. Buna yelekçi denir. Birçok oyunda olduğu gibi kendine özgü kuralları ve tekerlemeleri bulunmaktadır. Becerisi fazla çoğu zamanda en güçlü başka bir çocukta oyunbaşı seçilir.

Yelekçi yüzü yere paralel biçimde kafasını saklayarak eğilir. Qyunbaşı önce ellerini sırtına koyup atlarken yaptığı hareket ve söylediği sözler peşinden atlayanlarca yinelenir. Atlamayı yapamayan, yaptıktan sonra düşen, elleri yere değen veya sözleri doğruca söyleyemeyen ebe olarak ebeyle yer değiştirir. Oyunbaşı bütün hareketleri kendisi yapar ve sözleri söyler. Öteki oyuncular aynısını yapmak ve söylemek durumundadırlar. Arka arkaya dizilen oyuncular oyunu oynamaya başlarlar. Oyunbaşı ellerini ebenin sırtına vurarak onu düşürmeden atlarken ”birdirbir” der. Öteki oyuncularda aynı yolu izlerler. Oyunbaşı bu kez atlarken ”ikidir iki, tilkinin .iki biz gibi” der. Oyuncularda aynı şekilde atlarlar ve söylerler.

Oyunun sonraki aşamasına geçilir. Buradaki tekerleme ”üçtür üç, amcanın suyunu iç.” diye söylenir. Dördüncü atlayışta ”dörttür dört, dönde .okunu ört.” diye atlarken dönme hareketi sırasında .ötünü vurmadan atlar. Öteki oyuncularda aynı biçimde atlar. Beşlere geçildiğinde ”beştir beş, sen değmeden geç” diyerek atlanır. Ellerin iç kısmından başka yeri değen ebeyle değişir. Altıncıda ”altıdır altı, takga(şapka) yerine gondu” denip eldeki takga sırayla ebenin beline konur. Takga yerine mendilde konulabilir. Sonra ki atlama sırasında ”yedidir yedi, takga yerinden kakdı” denilerek sırta konulan eşya düşürmeden ele alınarak atlama sürer. Artık seçicilik ve beceri isteyen hareketler çoğalır. Sekizinci atlayışta ”sekizim seksek” diye atlayıp tek ayak üzerinde dikilirken öteki oyuncularda atlayışını yapıp tek ayak üzerinde dikilirler. Artık yetki oyunbaşınındır. Gidebildiği kadar tek ayak üzerinde sekmeye başlar. Yüksek yerlerden atlar. Bu bölüm çoğu zaman o kadar uzun sürerki oyun yerinden metrelerce uzaklaşılır. Bu bölümde amaç oyuncuları yorarak bir bakıma dayanıklılıkları ölçmektir. Dinlenme bile oyunbaşı isterse olur. Bu sırada ebe hangi oyuncunun kurala uymadığını oyunbaşına bildirmek zorundadır. Oyuncu kadrosu güçlüyse mahallenin sekerek tur edildiği çok görülür. Oyunun en uzun soluklu ve büyüklerce de zevkle izlenen, izlerken bahse girilen bölümüdür. Dokuzuncu bölümde oyunbaşı atlarken ”dokuzum durak” deyip atladığı yerde kalır. Sırası gelip atlayan oyuncu kendisinden önce atlayan bir oyuncuya değmeden ve kıpırdamadan beklemek zorundadır.

Onuncu atlayışta oyunbaşı atlarken “onum orak” diyerek orakla biçip çekme hareketini göstererek öbür yana atlar. Oyunbaşı isterse sırta bir eşya bırakır veya bırakılmış eşyayı alır. Öteki oyuncularda atlama sırasında aynı işi yapmak zorundadır. Onbirinci atlayışta ”onbirim bir yumruk diyerek atlarken ebenin sırtına yumruğunu vurarak atlarlar. Böylece sona eren oyuna yeniden başlanır. Ya tekrar eski çocuk yere yatar veya sayışma yoluyla yere yatacak belirlenir. Bu oyunun diğer bir kuralı da; oyunun neresinde olursa olsun kuralları çiğneyen (atlarken yanlış atlayan, ebenin dediğini yapmayan, düşen vs.) yelekçi sayılır ve yere yatar.
 

YİTİRİLEN DEĞERLER–38: İLİK OYUNU
 
Çeket, pontur, gapıt, sıkma düğmelerine bizim kasabada ilik dendiğini birçoğumuz bilir. Kendi oyununu ve oyuncağını kendin yarat dönemi olan bizim çocukluğumuzda işte bu düğmeler oyun yaşamında önemli yer tutardı. Evde giyilmeyecek kadar eski urbaların düğmeleri büyüklerin izniyle, çoğu zamanda gizli olarak kesilip biriktirilirdi. Oyun 2 ile 4 kişi arasında oynanır. Duvara çizilen daire içine ilikler vurularak en yakına düşürme sırasına göre oyuna başlama sırası belirlenir.2 ilik arasını ölçmek için karış veya belirli uzunluğu olan ağaç parçası kullanılır. Yuvarlak içine vurulup yere düşen iliğin yanına kararlaştırılan uzunlukta yaklaştıran oyuncu kendisinden önce oynamış çocuğun iliğini ütmüş olur.
 
İlik yerine madeni paranında kullanılarak oynanan oyunda artık geçmişte kalmış ve yaşlı kuşağın belleklerindeki yerini almıştır. 19.01.2008
 
YİTİRİLEN DEĞERLER–37: AĞAÇ ATA BİNMEK

Oyuncakların eğitim sistemimiz içindeki yeri eğitimcilerimiz tarafından tartışıla gelir. Oyuncak hazır mı verilmeli? Çocuk yaratıcılığını ortaya koyarak kendisi mi yapmalı? Ülkenin koşulları veya henüz tüketim toplumu koşulları oluşmadığından olsa gerek. Bizim kuşak ve üstünün hazır oyuncağı hiç olmadı. Evde aile bireylerinin, sokakta çocukları seven amcaların yardımı ve desteğiyle oynayacağımız oyunun gerekleri kendimiz tarafından ortaya konurdu. Söğüt ağacının dalları uzun, dikensiz ve tutmaya elverişli olduğundan at oyununda her zaman ilk sırayı alırdı. Kalın tarafından bir elimizle tutup iki ayak aramıza aldıktan sonra öteki elimize de atı sürecek kamçı yerine kullandığımız söğüt kımçısını alır koşmaya hazır beklerdik. Bizi yarışa sevk edecek bir yaşlı izleyicide varsa. Gücümüz yettiğince koşup atımızla birlikte birinciliği kazanmaya çalışırdık. Arada sırada kazanma-kaybetme yüzünden kavgalarımızda olurdu doğal olarak. 07.01.2008
 
YİTİRİLEN DEĞERLER–36: ARADAN ÇIKANA BEŞ PARMAK(İTTİRMEÇ)

Güz mevsimiyle birlikte işler azalır gibi olurdu. Ya da biz çocuklara öyle gelirdi. Sokak oyunlarının en kalabalık olanları ve çeşitleri bu dönemde olurdu. Mevsim gereği de yağmur çok yağardı. Oyunlar sırasında yağmur başladı mı belki çabuk kesilir diye pardıların altına sıralanırdık. Yağmur uzayacak gibi olursa yavaştan hareketlenme başlar. Herkes sağındakini-solundakini vücuduyla itmeye başlardı. İşte bu yeniş bir oyunun başlangıcıydı. Mahallenin tüm çocukları saklanmaya çalışıyor ama yer yetmiyor kimi açıkta kimi tam korunamıyor. Yan başlardan içlere doğru vücut hareketleriyle itme başlar canı acıyıp dayanamayan aradan çıkarak uçlara yeniden sıraya girerdi. İtme sırasındaki acıya dayanamayan veya ardan çıkmayı gururuna yediremeyen kişilerin üzerine gidilerek alnından çenesine doğru açık elle sıvazlanarak aradan çıkana beş parmak denirdi. Bu biz çocuklara aşağılanma duygusu gibi gelir aradan çıksak bile ağlamadan yeniden sıramıza geçerdik. Büyüdükçe bu sözü yakınımızdan ve uzağımızdan daha çok duyar olduk. Düzensiz harcamalarla veya çalışmayarak kendisini ya da ailesini zor durumda bırakan kişilerin işleri olumsuzluk gereği bozulduğunda yarı kızgınlık yarı acıma ile aradan çıkana beş parmak bir deyim olarak bizimle yaşar oldu.01.01.2008
 

YİTİRİLEN DEĞERLER–35: SALINGAÇ KURMA
Zaman zaman yine yapılmasına karşın artık unutulmaya yüz tutmaya başlayan bir eğlence türüdür. Genellikle dambaşılı avlusu bulunan evlerin kirişlerine urganların iki ucundan bağlanarak urganın aşağı gelen bölümüne minderle oturulacak yer yapılmasıyla oluşur. Bu iş yeni nişanlanmış gelin kızları eğlendirmek ve akrabalarıyla kaynaştırmak için düzenlenir. Daha kısa bir urgan parçasıyla arkasından iki kişi tarafından yukarı atılarak sallanan kişinin yeteri kadar hıza ulaşması sağlanır. Orta yaşın üstünde bir kadının eline uzunca bir sopa alarak sallanan geç kıza nişanlıysa “yavıklın kim?” değilse “sevgilinin adı ne-nerede çalışıyor-anasının bubasının adı ne?” gibi sorularla gönlünün kimde olduğunu ayaklarının altına vurarak öğrenmeye çalışırdı. İzleyicilerde kulak kesilerek genç kızdan gelecek her sözcüğü kendilerince değerlendirmeye çalışırlardı. Günümüzde sıradan bir iş görünmesine karşın o dönemde oldukça önemliydi. Şöyle ki yavıklı kız yavıklısının adını, sevgili sevdiğinin adını, gelin ve gelin kız kayınta ve kayınnasının adını yüksek sesle söylemezdi. Söylemişse en büyük ayıp gibi karşılanırdı. Yavıklı kız kazara yavıklısıyla karşılaşacak duruma gelirse karşılaştırmamak için bütün komşu kadınları ve kızları kendilerini birinci derecede görevli sayarlardı. Unutmayın ki uzun yıllar boyunca aynı evde oturdukları gelinin sesini duymadan ölen kayıntalar olduğu konuşmalar sırasında ortaya atılırdı.03.12.2007
 
YİTİRİLEN DEĞERLER–34: YÜZÜK SAKLAMA
 
Uzun kış gecelerinin vazgeçilmez oyunlarından biriydi. Odalarda
toplanılırdı. Bu oyunun en önemli özelliği bir yandan bol seyircili gibi
görünmesi, öbür yandan orada bulunanların tümünün oyunun elemanı yani oyuncu
olmasıdır. Çünkü oyuncular dışında kalan kişilerde oynayan takımlardan
birinin taraftarı olmak zorundadır. Oyuncunun kazandığı ödüle veya cezaya
ortak olur. Odanın orta yerine veya büyük sekinin ortasına odada bulunan
havlu, ceplerdeki mendiller(yağlık), başlardaki örme takkalar çıkarılır.
Oyuna başlayacak ekip belirlenir. Ekip içinde en hızlı ve gizlemesini bilen
kişi ortadaki gereçleri eline alıp içine yüzük saklıyormuş gibi yaparak yere
koyar. Saklayıcı eline aldığı varlık içine yüzüğü yavaş yavaş saklamaya
çalışırsa buna yumurtlatma denilir ki bu davranış hoş karşılanmaz. Bazen
daha saklanırken yüzük boşa geliverir ve tık! Sesini topluluk duyar. Bu
saklayanın en büyük korkusudur. Yüzük ilk saklanan yerde bulunduğunda kazığa
oturtma biçiminde tanımlanır. Saklama işi bitince saklayanlar az arkaya
çekilir. Şimdi alan karşı ekibin olmuştur. İlkinde bulmak istiyorlarsa
saptadıkları eşya güldeste diye kaldırılır. Orada değilse kalanların hepsi
saklayan ekibe ödül yazılır. O yüzden önce boşlar saptanıp kaldırılmaya
çalışılır. Doğru bilindiğinde saklama sırası öbür ekibe geçer. Bu işlem
ekiplerden birisinin oyunu bitirecek sayıyı bulmasına kadar sürer.
Asıl oyun yeni başlayacaktır artık. Çünkü yenen ekip istediği cezayı
uygulamakta özgürdür. Cezaya karşı çıkılamaz. Cezalardan önemlileri veya acı
çektirenleri: İçki masası kurma, tarla sürgüleme, asker talimi, demiryolu
döşeme, kadın kılığına sokup kahve pişirtme… vb.
Bu oyunla ilgili çarpıcı ve düşündürücü bir öyküyü kasabamız halkından
İbrahim Oruç’tan dinleyelim. Yüzük oyununda verilen cezalar köyden köye
duyulur ve anlatırlardı. Komşu kasabada yüzük oyunu bittikten sonra yenilen
tarafın ekip başına eşini çağırıp kahve yaptırdıktan sonra dağıtmasını
ister. Ortam gerginleşir. Oyun arkadaşları bu cezadan vazgeçmesini isterler.
Ama olması için diretir ve dileği yerine getirilir. Bir başka oyunda ise
geçen kez yenilen küme yenmiştir. Öbür kümenin başını domuz düzmelerini
ister. Domuz düzülür. Toprağı burnuyla kazması ve afıyan(haşhaş) kozalarını
yemesi istenir. O bu işlerle uğraşırken karşı ekibin oyuncularıyla konuşma
başlar. İreşber (rençper) tarlasında gördüğü domuzu ne der, der? Onlarda
vurur derler. Oda tüfeğini ateşleyerek oyuncuyu vurur. Öldürür.İşte acı ama
gerçek. Düğünlerde atılan maganda tüfekleri de eğlenelim derken gün geçmiyor
ki yaralıyor veya öldürmüyor mu? 03.09.2007
 

YİTİRİLEN DEĞERLER-33:  DOKUZTAŞ OYUNU

 


Yandaki gibi iç içe üç kare çizildikten sonra ortalarından birleştirilince oyun tablomuz yapılmış olur. Her iki oyuncunun dokuzar taşı olur. Sırayla kesişim yerlerine birer taş koyarlar. Buna taş düşme denir. Kural düşme sırasında üçleme yapılmaz. Zaten birbirinin üçlemesini engelleyecek biçimde düşmeye çaba  gösterilir. Düşme işlemi bitince ilk düşenden başlayarak sırayla birer taş oynar. Üç yapan kişi arkadaşının taşından kendi oyununa en zarar verecek taşı yerinden alır. Buna taş yeme denir. Oyun sürerken taş sayısı üçün altına inen oyunu yitirmiş sayılır. Bu oyunda baştan konuşulmamışsa iki taraftan biri yenilgiyi kabul edinceye kadar sürer. Kendi oyunun yönetme ve arkadaşının ataklarını boşa çıkarma uğraşısı yönüyle satranç oyunuyla benzerliği vardır. Bu oyunda geçmişte kalan oyunlarımız içinde yerini almıştır.13.08.2007

YİTİRİLEN DEĞERLER-32:  BEŞ TAŞ OYUNU(LAPA)Beş yuvarlanmış taşla oynanır. Kızların çok oynadığı bir oyun türüdür. Üzeri
pürüzsüz kaygan çay taşları tercih edilir. Oyuna başlayacak oyuncu
sayışmayla saptanır. Eline aldığı beş taşı elini yana çekerek dağıtır. Buna
apsa denilir. Bir taşı eline alarak onu havaya atarken ötekini yerden
diğerini de düşürmeden alır. Yerdeki taşları bu şekilde düşürmeden alırsa
öteki aşamaya geçilir. Birincideki gibi apsa denilerek taşlar yayılır.
Elindekini yukarı atarken yerdekileri ikişer ikişer iki defada alır. Üçüncü
apsa sonrası üçünü bir defada kalan biri alır.Dördüncü apsada taşın birisini
havaya atıp dördünü yere bırakırken attığı taşı tutar. Sonra onlar avucunun
içindeyken birisini havaya atıp işaret parmağıyla toz siler gibi yere
dokundurduktan sonra, attığı taşı tutar. Beşinci apsada taşların uygun
yerine sol elinin başparmağı ile orta parmağını köprü yapar. İşaret
parmağını orta parmağın üzerine bindirir. Uygun bir taşı sağ eline alıp onu
yukarı atıp aşağıdaki taşlardan birini köprüden sağ el parmaklarıyla
dokunarak öbür tarafa geçirip attığı taşı yeniden tutmak zorundadır. Bunu
oynarken takılan oyun sırasını arkadaşına verir. Bu aşamaları bitiren oyunu
kazanmış olur. 03.07.2007
 

YİTİRİLEN DEĞERLER-31: ÜÇTAŞ OYUNU

 

 

 

 

Tebeşir, kiremit kırığı, odun kömürü parçası veya pil kömürü ile yanda görülen şekil düzgün bir yüzeye çizilir. İki kişiyle oyun oynanır. Oyuncular üç tane birbirine benzer araç edinirler. Bu onların oyun taşlarıdır. Kesişme noktalarına birer birer taşlar sırayla konur. Buna taş düşme denir. Taşlar karşılıklı düşülürken üçleme yapılmaz.  Düşme işlemi bitince atlamadan bir kesişme noktasından ötekine sıra atlamadan çapraz gitmeden çizgi boyu ileri geri, sağa sola oynanabilir. Taşların üçü de aynı doğru üzerine getirildiğinde üçlenmiş olur. Üçleyen oyunun bu aşamasını kazanmış demektir. Kaç sayıda çıkılacağı konuşulur. Belirlenen sayı kadar kazanan oyununu tümünü kazanmış olur. Oyun yerinin bolluğu ve kısa sürede oynanabilirliğinden dolayı çok sık oynanan oyunların başında gelmektedir. 19.06.2007

 

YİTİRİLEN DEĞERLER -30: TAŞLAR ÜZERİNDE KINA YAKINMA

Kına nedir diye soru yöneltsek pazaryerindeki satıcılarda paketler halinde veya çuval içinde pazarlanan ellere saçlara yakılan süs maddesi diye tanımlarız. Kına, saç, tırnak gibi bölgelerin boyanmasında da etkili maddedir. Yer yer kumaş boyası olarak da kullanılmaktadır. Kınanın kullanıldığı deri üzerinde yarattığı bazı yararlar var. Birincisi derinin üstünü sertleştirir ve de kolay kolay terlemez. İkincisi, kınalı el ya da ayağa dışardan gelen ısıya karşı serinletici bir özellik taşır.Tümümüz biliriz. Kasabamızda irili ufaklı taş ve kaya parçaları çoktur. Bu taşların üzerinde ne vardır diye sorsak birçoğumuz biraz düşündükten sonra kuzey taraflarında yosun vardır diyebiliriz. Başka diye sorduğumuzda özellikle genç kuşak bilmiyorum anlamında ya ağzıyla cık edecektir veya omzunu çekip kaşlarını kaldıracaktır. İşte birçoğumuzun bilemediği bu varlık kınadır.

Kasabaya vardığınızda taşların yüzeylerini görerek -bakarak inceleyin bakalım. Bunların üzerinde çok sevdiğimiz iki çeşit kına türü vardır. Birisi açık yeşil tonunda ota benzer taşların üzerinden yolunarak toplanır. Az suyla ıslatılıp avuç içlerimizde yuvarlaya yuvarlaya bunların kına rengi olan açık kırmızı rengi ellerimize geçiririz. Çocukluğumuzda su taşımak için şimdiki gibi çeşitli ve bol kaplar olmadığından ıslatma işini tükürüklerimizle yapardık. Sonunda incelenip en kırmızı olan elin sahibi başarılı seçilir. Seçilenin başarısı çocuklar arasında ayrı bir gurur kaynağı olur.

İkinci kına türü taşların üzerinde yapışık olarak adeta resim çizilmiş gibi durur. Bunu yakınmak biraz daha çok emek ister. Taban tarafı düzgün üstü elle rahat tutulacak küçük bir taş parçası bulunur. Kına olan taşın üzerine tükürülüp küçük taş üzerine sürtüle sürtüle kına oradan çıkarılıp avuç içine veya parmakların üstüne konup yakılacak yerlere dağıtılarak kuruması beklenir. Önce yeşile çalan renk kurudukça dökülür ve kırmızı ton görülür. Bunda da çocuklarca inceleme yapılır. En başarılı olan sözle hoşnut edilmeye çalışılırdı. Evlerimize döndüğümüzde arada sözle ödüllendirilir. Çoğu zamanda cezalandırılırdık. Demekti o andaki duruma göre değişen bir işlem oluyordu. Bu çalışmalarda yardımlaşma olayları da çok olurdu. Kına işini bitiren çocuk bir başka arkadaşına yardımcı olmaya çalışırdı. Dostluk şölenine geldiğinizde veya kış mevsimi dışında kasabaya geldiğinizde deneyin isterseniz. Kim bilir? Belki sizde seveceksiniz. 30.05.2007
 

YİTİRİLEN DEĞERLER -29: PATLANGAÇ
Yapıcılık, yaratıcılık, kendine güven ve yarışma duygusu gibi birçok işlevi içinde barındıran oyunlarımızdan biriydi. Zaman içinde annelerin titizliği ya da hazır satılan amerikan çamuru yerini alarak yitiklere karıştı. Bunun için sakız çamuru dediğimiz killi çamur gerekir. Buna en elverişli çamurda koca bahçe dediğimiz şimdi pek ekim-dikim yapılmayan yerde bulunur. Buradan aldığımız çamurları zemini düzgün, güneş gören bir yere götürürdük. Kış sonuyla ilkbahar içinde oynandığından soğuktan korunması gerekir oyuncuların. Çamur yere çarpa çarpa özleştirilir. Sonra güveç tavası biçiminde yapılıp hızlıca ağzı yere gelecek biçimde çarpılır. Pat diye ses çıkarıp üstte bir delik açılır.Açılan deliğin büyüklüğü patlatan kişinin şekil verişine, güzel çevirip kapatarak vurmasına göre değişir. Karşıdaki oyuncu bu deliği çamurla kapatmak zorunda olur. Sonra karşı oyuncu aynı şekilde yapar. Çamuru biten oyuncu arkadaşlarından ödünç çamur alabilir veya oyundan çıkar. Bu oyun bittiği veya usanıldığında çamurlar küçük kartopları biçiminde duvarlara atılıp yapıştırılır veya değişik oyuncaklar yapılıp uygun bir yer bulunabilirse bırakılır. Sonrada çamura bulanmış ellerimizi temizlemek için çeşmelerin aharına koşulurdu. Birden oluğa yönelirsek büyüklerimiz izin vermezlerdi. Hayvanların içeceği sular bulanacak da hayvanlar susuz kalacak diye. Çünkü hayvanların ve insanların su gereksinimleri bu çeşmelerden karşılanıyordu. Uygun yeri, zamanı ve çamuru bulduğunuzda çocuklarınızla bir deneyin isterseniz. Ne kadar mutluluk verdiğini tadacaksınız.
24.05.2007
 
YİTİRİLEN DEĞERLER -28: BOSTAN DİKME

Evcilik oyunu içinde veya bağımsızca oynanabilen bir yaz mevsimi oyunudur. Bostan yurdumuzun birçok yerinde bağ-bahçe anlamında kullanılırken kasabamızda karpuz anlamında kullanılmaktadır. Bu iş için ana malzeme toprak (sokaklar taş döşeli değildi), su bardağı idi. Su bardağı olmadığı zaman pabuçlarla, ağza doldurulan suyun boşaltılmasıyla su taşınırdı. Önce bahçe duvarı toz yığınıyla çevrilir. İçindeki tozlar içeriye koni biçiminde yığıldıktan sonra tepeden dirsek uçlarıyla bastırılarak çukur açılırdı. Bu çukurlar taşmayacak şekilde suyla doldurulur. Suyunu çekince çanak çıkarılır bir köşeye sıralanırdı. Kalan tozlar toparlanır ve bir kişinin dışında herkes çeşmeden su getirmeye koşardı. Kalan kişi gelen suları yapılan bostanları bozmadan tüm bostanı sulamakla yükümlü olurdu. Oyun bitip dinlenildikten sonra yapılanları bozmakta ayrı bir eğlence olurdu Biz küçük işçi oyuncular için. Çocuk gördüğüne göre iş yapar denir ya. İşte çocukları geleceğe hazırlayan bir oyun türü daha. Ancak yitirdiğimiz değerlerin içinde yerini alanlardan. 17.05.2007
 
YİTİRİLEN DEĞERLER – 27. DALYA
Yedi toprak testi kırığı büyüklüğü birbirine yakın parça, küçük top ve iki kümeden oluşan oyuncularla oynanır. Oyuncular saymaca, tekerleme veya aldım-verdim yöntemiyle kümelere ayrılır. Oyuna başlayacak küme testi kırıklarından birinin üzerine tükürülerek yazı-tura atar gibi saptanır. Dalya taşları dikilip top atılacak yer ortaklaşa belirlenir. Oyuncular üst üste yığılmış taşları vurup yıkmak için topu belirlenen uzaklıktan atarlar. Dalya yıkıldığı an top atan takım dalyayı topla vurulmadan yapmaya, yelen takım ise dalya yapılmadan karşı takımın oyuncularını topla vurmaya çalışır. Dalya yapılırsa aynı oyuncular, yapılmadan vurulurlarsa karşı oyuncular topu atmaya hak kazanır. Beş el dalyayı bulan taraf oyunu kazanmış olur. Oyun başında ne konuşulmuşsa yenilen takım onu yapmak zorundadır. Genellikle yenen takım karşı takımı çiter. Çitmenli yenilenin elini yüzüne ve gözlerine kapatıp yenenin elinin üstüne başparmağıyla yuvarlak yaptığı orta parmağını ileri fırlattırarak vurmasıyla başlar. Vurduktan sonra iki elinin aynı parmaklarını kaldırıp ötekileri kapatır. Gözünü kapatan da aynı parmakları kaldırıncaya kadar çitilmesi sürer. Çitmenli başka zamanlarda da iki kişiyle oynanabilen bir oyundur.10.05.2007
 
YİTİRİLEN DEĞERLER -26: FITÇI YAPMA VE DÖNDÜRME

Sonbahar mevsiminin olmazsa olmaz oyunlarından birisiydi. Nedeni bu mevsimde hızlı esen yellerin sokaklardaki tozu sağa sola savurup sert toprak zeminin ortaya çıkmasıydı. Bazı yıllar yelin esmesi gecikmişse veya yeteri kadar temizlenmiyorsa fıtçı döndürülecek yeri çocukların temizlediği de olurdu. Eski okul duvarının koruma betonları veya önündeki mozaikli bölümde bu iş için en elverişli yerler arasındaydı. Bunun için çam ağacından koni biçiminde fıtçılar yapılırdı. Fıtçıyı büyük çocuklardan bazıları kendisi yapar, bazısı başkalarına yaptırırdı. Her mahallede fıtçı yaptırmak için nazlandığımız veya evdekilerin haberi olmadan yumurta taşıdığımız amcalar olurdu. Kendi elimize uygun değnekler hazırlanıp ucun bir santimetre gerisine açılan kertiklere sicim ya da pamuk ipliği geçirilirdi. Bu ip fıtçının çevresine bitinceye kadar dolandıktan sonra usulca yere konup değnek hızlıca çekilirdi. Dönmeye başlayan fıtçıya değneğimizin ucundaki ip vurularak dönenin hız kazanması ve sürekliliği sağlanırdı. En güzel dönen fıtçının ünü bütün çocuklar arasında bilinirdi. Zaman zaman fıtçı alıp kaçmalar, fıtçı döndürme yerleri veya mahalleyi bölüşememe gibi nedenlerden kavga çıktığı olurdu. 03.05.2007
 
YİTİRİLEN DEĞERLER -25: ÇAPIT(BEZ)BEBEK YAPMA

Kızların evcilik ve dikiş, örgü işlerini geliştirdikleri bir evcilik oyunu türüdür. Gövde taştan, ağaçtan veya çaputlardan olurdu. Zaman zaman annesinden veya evdeki büyüğünden yardım alan kızlar bu bebeklerini giydirir, yıkar, doyurur, uyutur ve ninni söylerlerdi. Tamamına yakını kendi yaratıcılıklarından kaynaklanırdı. Bir bakıma kız çocuklarının geleceğe hazırlanmasının ilk tohumları atılıyordu. Çocuklar kendi yaratıcılıklarının yanında büyüklerinden gördüklerini bu bebekler üzerinde uygulama olanağı yaratıyordu. Mahallenin çocuklarının birlikte oynadıkları evcilik oyunları da gelecekteki yaşamlarının ilk uygulamaları gibiydi. Oyuncaklar kendi emek ürünleri olduğundan çok iyi korunur ve sevilirdi. Şimdiki gibi bozulursa, kırılırsa veya kaybolursa yenisi alınır umudu yoktu. O zaman çocuklukta büyüklük gibi zordu belki. Ancak herkesin kendi ayakları üstünde durmasına yardımcı olduğu yadsınamaz gerçekti. 29.04.2007
 
YİTİRİLEN DEĞERLER -24: HAYA MAYA

Bir kaçma kovalamaca oyununun adıdır. Adını başlangıçta söylenen tekerlemeden almış olsa gerek. “Haya maya, kum kaya. Irakıyı içtik, tarlayı biçtik.” Sözleri eller birbiri üstüne konup yukarı aşağı ritmik sallanırken birlikte söylenir. Söz bitince eller türlü şekillerde tutulup beklenir. Kimin hareketi farklıysa o kenara gelir. Ebelikten kurtulmuştur. Bu işlem sürdürülür. En arkaya kalan ebedir. Oyun yeri belirlenip oyuncular kaçarken ebe onları tutmaya çalışır. Tuttuğu oyuncuyu belirlenen oyun yerine getirir. Bundan sonra hem tuttuğunu korumak, hem de öteki oyunculara dokunmak gerekir. Dıştaki oyuncularda tutulmamak için çabalarken tutulan arkadaşlarını kaçırıp kurtarmak görevini de üstlenmiş olurlar. Böylece bütün oyuncuların tutma işlemi bitirilince ebenin seçeceği birisi yelmeye başlar. Ebe iki kişiden olduğu gibi oyuncular iki kümeye ayrılarak ta oynayabilir bu oyunu. İşte çeviklik, yarışma hırsı, yardımlaşma ve dostluğu içinde barındıran çok yönlü bir oyun.27.04.2007
 
YİTİRİLEN DEĞERLER-23 : AŞIK OYUNU: Aşık bir çeşit kemiktir (bakınız fotoğraf 1). Aşığın bulunması zordur. Çünkü canlı bir hayvanın kesilmesi ya da ölmesi gerekmektedir. O dönemde küçükbaş ve büyükbaş hayvanlar ailelerin geçim kaynağı olduğu için kolay kolay kesilmez. Dolayısıyla aşık oyununda kazanan kişinin saygınlığı artmaktadır. Aşık;  küçükbaş hayvanların ya da büyükbaş hayvanın arka ayaklarının eklem yerlerinden elde edilir. Bu oyun köyümüzde daha çok kışın oynanmaktadır. Bu oyun için en az iki kişi gereklidir. Daha çok sayıda da olabilir. Atıcı kişi kısa  kenarından başparmakla işaret parmağı arasında aşığı tutarak birkaç takla atacak biçimde ileri doğru yuvarlar. Resimdeki gibi yan yatarsa sayı olmaz. Atış sırası yer değiştirir. Aşık oturursa atıcı sayı kazanır ve atışını yan yatıncaya kadar sürdürür. Yenilen kişi arabaşı döktürür. Lokum alır. Şeker fıstık alır. Günün özelliklerine göre belirlenen konular üzerinde yarışılır. Bu güzel oyunumuzda son yılların unutulanları arasında yerini aldı.

                  

YİTİRİLEN DEĞERLER -22: VITGIDİ

Oynayan oyuncu sayısı göz önüne alınarak oyuncu başına yarım metre çapında bir yer çizilip büyük yuvarlak içinde oyuncular yerlerini alırdı. O yarım metrelik bölüm oyuncunun emeniydi. Oyunda bir çelik ve her oyuncunun elinde bir değnek bulunurdu. Tıktık veya sayışma yöntemiyle ebe-yelekçi- saptanırdı. Ebe belirlendikten sonra ebe çeliği yanındaki arkadaşının değneğinin üstüne atar oda ileri götürtmek amacıyla olanca gücüyle ortasına vurmaya çalışırdı. Çünkü ne kadar dengeli vurulursa o kadar ileriye giderdi. Yelekçi çeliğe gidip gelinceye kadar onun emeni değneklerle kazılırdı. Değnekle kazılırken yelekçi çeliği birisinin emenine bırakır veya atabilirse yelek ötekine geçerdi. Uzaktan atmanın zararı eğer emene atamazsan çeliğe yeniden vurulup emeninin kazılması sürdürülürdü. O yüzden pek uzaktan atış denenmezdi. Her oyuncu emenini de kontrol edip dururdu. Yelekçiler değişir oyun birisinin emeni diz boyu kazılıncaya kadar sürerdi. Toprağın kolay kazılabilmesi açısından ilkbahar ve sonbahar mevsimleri oyunu denebilir bu oyuna. Emeni en derin kazılan oyuncu emeninin içine dikilip elleri arkadan bağlandıktan sonra çukura gömülür, kolayca kurtulamasın diye çevresi çiğnenerek iyice sıkıştırılırdı. Ön tarafına biraz zorlanarak yetişecek şekilde bir kazık çakılır ve bunu dişleriyle çıkarması istenirdi. O kurtulma çabasındayken öteki oyuncular kaçardı. Çukurdan çıkan yelekçiye oradaki gözcüler yardımcı olarak ellerindeki bağ çözülürdü. Bundan sonraki iş bir oyuncuyu bulup yakalamasıydı. Kısa sürede yakalarsa bu seferde yakalanan oyuncu aynı şekilde gömülürdü. Öteki oyunlara göre daha acımazsız ve işkenceli bir oyundu. O yüzden pek sık oynanmazdı.08.04.2007

YİTİRİLEN DEĞERLER- 21: PATLAK

Kasabamız Karakaya mevkisinde bir ağaç türü vardır bilir misiniz? Adı patlak ağacı. Bilmiyorum ağaç türleri içinde adı ne diye anılır çevrebilimde? Özü çok yumuşak dışı sert görünümlü bir ağaçtır. Bu ağaçtan kesilip gelen dallar on beş-yirmi santimetre uzunluğunda iki yanı düzgünce kesilir. İçinin yumuşak bölümü uzun demir parçası veya sert olan başka bir ağaçla çıkarılır. İyice temizlenir. Davşınak odunundan boşaltılan patlak ağacının boyundan bir santimetre kadar kısa bölüm patlağın içine girecek biçimde inceltilir. Elimizin ölçüsüne göre tutacak kadar bir bölümüde düzeltilir. Kısaca patlağa giren kısmı deliğin ölçüsünde ince, tutulacak kısmı biraz daha kalın bir düzenek elde edilmiş olur. Sonrada patlağın sıkısı dediğimiz bölümün hazırlığına geçilir. Kendir-keten liflerinden yapılmış urgan veya yular eskisiyle kınnap-sicim dediğimiz ince ipler ellerimizle didilerek lif durumuna getirilir. Bunları ıslatıp yumuşatmak için ağzımıza alır çiğner yere tükürürdük. Çünkü acı bir tat veriyordu dilimize. Bunun bitkisinin uyuşturucu hammaddesi içerdiğini bilmiyorduk ki çocuk aklımızla. Yeteri kadar yumuşadığını düşündüğümüzde ağzımızdan çıkarıp biraz zorlayarak gidecek biçimdeki parça dilinmiş patlağın ucundan içeriye sokulur ve davşınaktan yaptığımız düzenekle içine itilirdi. Öbür deliğe elimiz siper edilerek parçanın yere düşmesi engellenirdi. Bu işlem birçok kez yinelenir ve bu işleme sıkı alıştırması denirdi. Güzel alıştırılan sıkılar hem pat diye güzel ses çıkarır hem de yukarıya daha çok çıkardı. Sıkılarımız kaybolmasın diye ileriye boşluğa doğru tutulmazdı. Sıkı ayarlaması hem uzun zaman alır hem de urgan veya yular parçasını bulmak zor olurdu. Bu sıkıyı yapmak için bozduğumuz urgan veya yuların ceremesini sopa yiyerek ödediğimiz çok olurdu. Büyüklerde haklı. Eline aldığı yuların veya urganın bir-iki teli kaybolmuş hayvanı veya yükü bağlasa ne kadar dayanabileceği kuşku götürür. Bunu yapanda evin çocuğu-çocukları olduğu bilinir. Yeniden olmasın diye sopa çekilir, azarlanır, tembihlenir. O andaki duruma bağlı olarak hafif ya da ağır geçer. Şansınıza ne çıkarsa.
Patlak yarışı iki şekilde olur. Ya daha çok ses çıkaran.Ya da daha yukarı fırlayan . Her çocuk kendi patlağının birinci olmasını ister. Bu işte ayrı bir ustalık ister. Çoğu zaman büyüklerden bu konuda yardımda alındığı olurdu. Özünde iş başarma ve bunu en iyi biçimde gösterme olan bu patlak ya da patlangaç olayı çocuğun yapıcılık yaratıcılık yönünün gelişmesine büyük katkıda bulunuyormuş. Bunu şimdi daha iyi anlıyoruz. İşte uygulanılan ama o gün adı konulamamış bir öğrenme ve öğretim tekniği. 05.04.2007
YİTİRİLEN DEĞERLER -20: ÇELİK

Kış mevsimi oyunlarının olmazsa olmaz denilen oyunlarının başında gelir.Üç çeşittir.Yer çeliği,emenli çelik ve şeker çeliği.
Yer çeliğinde sağlam ve kalın bir değnek hazırlanır. Bu genellikle söğüt veya çam ağacından olurdu. Çelik on beş santimetre kadar uygun kalınlıktaki davşınak ağacından bir tarafı alttan üste, diğer yanı üstten alta doğru birer santimetrelik altmış derecelik açıyla kesilerek hazırlanırdı. Yere bir doğru çizgi çizilir ve çelik bu çizgiyi ortalayacak biçimde konurdu. Elimizdeki değnekle çeliğin ucuna vurulur havalanınca uygun ortam olunca ortasına vurularak ileriye gitmesi sağlanırdı. Zaten çeliğin davşınaktan yapılmasının nedeni her defa vurulduğundan dayanıklı olmasının istenmesiydi. Değnek çizginin üstüne yatırılırdı. Yelekçi ya da yelen dediğimiz kişi çeliğin düştüğü yerden değneğe çeliği atardı. Eğer çeliği değneğe vurursa yelekçi değişirdi. Çeliğin başındaki çeliği yerden kaldıramazsa buna birin salık denirdi. Düzeltme yapmadan ikinci kez denerdi. Olmazsa buna ikin salık denirdi. Üçün salıkta da vuramazsa oyunda çelme hakkı öbür oyuncuya geçerdi. Oyun hareketli olsun diye çelinen çelik yere düşmeden kapılırsa değneğe atmadan yelekçi değişirdi. Oyunda kapmanlı olup olmayacağı başlamadan önce kararlaştırılırdı. Oyun iki kişiyle oynandığı gibi iki küme yapılarak yeteri kadar kişiyle de oynanabilirdi. Düşünce ve uygulamanın eş güdümü açısından güzel bir oyundu. Arada çeliğin veya değneğin yol açtığı ufak tefek oyun yaralanmalarını saymazsak.
Emenni(emenli) çelik oyununun çeliği söğüt veya kavaktan iki ucu düzgün kesilmiş biçimde olurdu. İki-iki buçuk metre yarıçapında bir yuvarlak çizilir. Merkeze de çeliği çeleceğimiz yönde beş santimetre kadar uzunlukta emen kazılırdı. Değneğin bir ucu emenin içine sokulur ve çelikte emenin üstüne yerleştirilirdi. Değnek bastırılarak yukarı doğru kaldırılırken çelik gidebildiği kadar ileriye fırlatılırdı. Bunda çeliğin emene konuşu değneğin yerleştirilişi ve itilişi çeliğin ileri gidiş hızını etkilerdi. Asıl ustalıkta bu ayrıntılardaydı sanırım. Yelekçi çocuk çeliği düştüğü yerden alıp çizilmiş yuvarlağın içine atmaya çalışırken çelen çocukta yuvarlağa sokmamak için elindeki değnekle atılan çeliğe vurup çizgi içine düşürmemeye çalışırdı. Yelekçi ulaştıramazsa veya çelen vurarak çizgiden uzağa düşürürse çizgiden başlayarak değneğin boyuyla arayı sayarak ölçerdi. Bu sayının üstüne değnekle çeliğin altına vurarak saydığını ekler bu bir seferde alınan sayı olurdu. Değneğin altta çeliğin üstte vurulup saydırılmasına tıktık denirdi. Üçten çok tıktık vuran bütün oyuncular tarafından alkışla ödüllendirilirdi. Tıktık oyuna kimin başlayacağının bilinmesi içinde başvurulan bir yöntemdi. Çok vuran oyuna başlamayı hak ederdi. Çelik çelinip yelen tarafından atılınca yuvarlak çizgisine değiyorsa buna fos denirdi. Fos olunca aynı elde değnek elin ayasında, çelikte önde başparmakla orta parmak arasında tutulurken dikçe yukarıya atılıp yere düşmeden vurularak çelinmesi gerekirdi. Bu işlem üçüncü salıkta da vurulamazsa yelek değiştirilirdi. Bu çelik oyununda da yer çeliğindeki gibi kapmanlının yanı sıra uzunca bir değnekle çelinen çeliğe havadayken vurulabilirse yelekçi el değiştirebilirdi. Bunada çarpmanlı denirdi. Sayı temeline dayanan bu oyunda hangi sayıya varınca çıkılacağı oyunun başında kararlaştırılırdı. Ulaşılan sayının unutulmaması oyun kadar önemliydi. Sayısını yanlış anımsayan veya sayarken yanlış sayana “ Tuuuu, in bire !” denildiğinde kazandığı sayılar gider yeniden birden başlamak zorunda kalırdı. Bu yüzden iki tarafta hem kendi sayısını hem de arkadaşının sayısını aklında tutmak zorundaydı. Oyunun en güzel yanı neymiş biliyor musunuz? Çocuklar daha okula başlamadan sayı sayma bilgi ve becerisini kazanmış olurlardı. Öteki yararlarını hiç saymasak bile.
Şeker çeliği en zor çelik oyunuydu. Emenli çelikteki gibi yuvarlak oluşturulup yuvarlağın merkezine bir değnek dik olarak dikilirdi. Çelik bu değneğin üst kısmına ortalayacak biçimde yerleştirildikten sonra elimizdeki değnekle çeliğin arka alt bölümünden vurularak ileriye gitmesi sağlanırdı. Kapmanlı ve çarpmanlı durumu, çeliğin yuvarlağın içine atılışı, sayma ve tıktık işlemleri emenli çelikteki gibiydi. Çelik fos gelirse değnek havaya kaldırılıp bükülen ayak arasından uzatılır. Öteki eldeki çelik değneğin üzerine doğru getirilip yukarıya doğru vurulur. Hemen değnek ayak arasından çıkarılıp yere düşmeden çeliğe vurulup ileri gitmesi sağlanırdı. Çelik yere değmişse vurulsa bile sayılmaz, yer kırağısını aldı denirdi. Üçüncü elde de vurulamazsa yelekçi değişirdi. İşte sayma, kas ve beyin kontrolü, yarışma duygusu vb. işleri içinde toplayan bir oyun. 01.04.2007

 
YİTİRİLEN DEĞERLER- 19: KILTOP YAP, İSTOP OYNA

Siz hiç hayvan taradınız mı? Siz hiç hayvan sevdiniz mi? Taranıp dökülen tüylerden oyuncak yapıp arkadaşlarınızla oynadınız mı?
Öküz ve ineklerin bol, birazda beygir eşeğin olduğu ama motorlu araçların hiç bulunmadığı zamandan kısacası çocukluk günlerimin oyunlarından, yapılan oyuncaklarımızın emeği, göz nurunu, çabayı yaratıcılığı simgelediğinden söz edeceğim.
Kışın güneşli günlerinde damlardaki tüm hayvanlar güneşe çıkarılırdı. Önce öküzler taranır, arkasından inekler ve eşekler taranırdı. Beygirler ve eşeklere Ömer Seyfettin in öyküsündeki gibi kaşağılanırdı.
Çocuklar hem yapılan işi büyük bir zevkle seyreder, bir yandan da kendimize yarayacak hayvan tarağından çıkmış öküz ve inek kıllarını toplardık. Yeteri kadar biriktirdikten sonra ellerimizin ayaları arasında yuvarlaya yuvarlaya ara sıra tükürerek top durumuna getirirdik. Bu top hem yumuşak olur vurduğun kişinin bir yerini acıtmaz, hem ileriye doğru fazlaca fırlayıp gitmezdi. Bu toplarla bol bol istop oynardık.
İstop oyunu aynı sırada belirli aralıklarla kazılmış oyuncu sayısına eşit yarım daire çukurların kazılmasıyla, önceden kazılmışsa düzeltilmesiyle başlardı. Buyarım daireler oyuncuların emeniydi. Karşılıklı iki oyuncu uçlara geçerek kıl topu emenlerin üzerinde ileri doğru yuvarlardı. Top kimin emenine girmişse o topu kapıp istop deyinceye kadar öteki oyuncularda kaçabildiği kadar uzağa kaçardı. İstop dedikten sonra topu alan öğrenci vurabileceği oyuncuyu kararlaştırıp atardı. Top atılan oyuncunun en ufak bir hareketi bile kural dışı olurdu. Top değerse atılan oyuncunun emenine, değmezse topu atanın emenine bir Çiğil konurdu. Emeninde beş çiğil olan oyuncu yenilmiş sayılırdı.
Şimdi bütün oyun araçları hazır, oyunlar kitaplarda ve diğer görsel yayınlarda hazır. Çocuğun oyundaki payını düşünürseniz yabancı gibi. İşte bir yanda her şeyiyle kendinizin hazırladığı oyun araçları ve oyun; diğer yanda her şeyi hazır sizin figüran olduğunuz oyun. İkisini de deneyin bakalım. Hangisinde daha mutlu olursunuz? 29.03.2007

YİTİRİLEN DEĞERLER–18:YEDİBEY OYUNU

Oyunun araçları içi dolu kibrit kutusu ile bir köşesi düğümlenmiş mendildir. İstenildiği kadar oyuncuyla oynanabilme özelliği vardır. Kibritleri içinde barındıran iç kutunun dıştan görünen iki yüzü yedibey, kutunun kibriti yakmaya yarayan kahverengi yüzleri çavuş, resimli yüzleri çiftçi ve resimsiz yüzey sopadır. Oyuncular kibrit kutusunu eline alarak en az bir takla atacak biçimde yuvarlar. Yedibey getirtip oyunun beyi belirleninceye kadar atış sürer. Daha sonra çavuş belirlemesi için atış sürer. Çavuş olan ucu düğümlü mendili eline alır. Artık atışlarda daha özen gösterilmeye çalışılır. Çiftçi tarafını getiren sırasını kendinden sonraya gelene devreder. Sopa tarafını getirtirse bey kaç mendil vurulacağını emreder. Çavuş beyin kararını uygulayarak sopa getirenin avuçlarına sayarak vurur. Oyun uzadıkça roller değişir. Arada kızılarak arada neşelenerek oyun sürüp gider. 25.03.2007

YİTİRİLEN DEĞERLER -17: CINGIRDIK OYUNU(TAHTERAVALLİ)Yol veya boş bir arsa kazılarak ucu kesilmiş ağaç oraya dikilir. Dibi küçük taşlarla sıkıştırılarak sabitlenir. Daha uzunca bir ağaç düzgünce kesilip ortasından delik açılarak dikilen ağaç üzerine kapatılır. İki ucuna birer kişi binerek hem döner hem de aşağı yukarı kalkar inerler. Ses yapması için alttaki ağacın başına kömür sürülür. Zaten cıngırdık sözcüğünün bu çıkan ses nedeniyle verildiği sanılmaktadır.21.03.2007

 

YİTİRİLEN DEĞERLER -16: DEVE DÜZÜNME-GELİN DÜZÜNME
(kasabamızın köy seyirlik oyunlarından)
Eski düğünlerde iyi havalarda Çarşamba geceleri davul-zurna dışarıya çıkardı. Diğer günler düğün sahibinin odasında çalınır söylenirdi. Davulun çıktığı alana meydan ateşi yakılarak veya katmer sacının küllenen çukur yanı yukarıya gelecek şekilde yüksekliğe oturtulur. Üstüne konulan küle gazyağı dökülüp ateşlenerek aydınlatılmaya çalışılırdı. Şimdiki aydınlatma gereçlerinin yanında o günleri düşündüğümüzde aydınlatma değil, sadece karanlığı bölme işlemi yapılabiliniyordu.
Deve düzünmek için  beş kişi seçilirdi. Öndeki kişinin elindeki uzunca değneğin ucuna ölmüş eşek veya beygir kellesi kemiği geçirilir. Bu saman gerisinin dayak deliğinden yukarıya doğru uzatılır, devenin başı ve boynu olurdu. Öteki dört kişide saman gerisinin altına girer kapkara bir yaratık çıkardı ortaya. Bilinmeyen veya az bilinen yaratıklarla çocukları korkutup sindirmek büyüklerin işine geldiğinden korkutma aracı da hazırdı işte.”Deve geliyor.”, “Deveye atıveren mi?”, “Deve seni yer !” gibi sözleri sık sık duyardık. Deve hazır olunca bunun eli değnekli birde çobanı olurdu. Deve insanların üzerine doğru saldırınca veya çobanın söylediklerini yapmayınca değneği orasına burasına yer deve düzünenler. Bir diğer eğlence şekli deve düzünenlerle birlikte veya onların peşi sıra ortalıkta olan gelin düzünmüş iki erkek ve bunların başındaki babalarıdır. Seyirciler içinde gelini kaçırmak isteyenler veya gelinler ortalıkta oynarken sataşmaya kalkanlar kız babasının sopasından kendilerini kurtaramazlar. Zaman zaman şeytan düzünmede olurdu düğünlerde. Bir kişi değişik kıyafetler giyinir, yüzünü de islerle, küllerle kapkara boyardı. Uzunca bir sırığı bacaklarının arasına alıp ucundan tutar, diğer ucuna da çapıt bağlanıp gazyağı dökülerek ateşlenirdi. Alanda öteki oyunculara yer açmak için sopasının arka ucunu sağa sola savurtarak insanların alanı daraltmasının önüne geçmiş olurdu.
Bu eğlencelerde konusu o günün koşullarına göre düzenlenip uygulanan bir orta oyunu türü değil mi? 12.03.2007
YİTİRİLEN DEĞERLER – 15: AFIYAN SAKIZI
Devletimizin istemediği uğraş

Kasabamızdaki yetişen bitkilerin en önemlilerinden, nerdeyse olmazsa olmazlarından haşhaş. Ekimiyle işlemesiyle hasadıyla damak tadıyla diğer bitkilerden ayrıcalığı vardır yaşantımızda. Haşhaş ekilecek tarla eğer yağmur zamanı gecikmişse sulandıktan sonra tarla tava geldiğinde tohum tarlanın yüzüne saçılır. Saçma işi özel beceri ister. Az saçarsanız tarlada seyrek biter. Sonradan üzerine saçmak zorunda kalırsınız. Çok saçarsanız tarladaki bitki çok sık bittiğinden çapalarken çok zorluk çekersiniz. Bu yüzden tam usta olmayanlar kumla veya kuru toprakla harmanladıktan sonra saçarlar. Diğer bitkiler ekildikten sonra üstüne sürgü çekilirken haşhaş tarlası sürgülenmez. Haşhaşın ilk çapası hava koşullarına göre Mart ayı içinde yapılır. Yeşil haşhaş bitkisi bu dönemde salata yapılarak veya yeşillik olarak sofralarımızda tüketilir. İkinci çapa Nisan-Mayıs aylarında yapılır. Bundan sonra tomurcuğa kalkıp büyüyen haşhaş bitkisi mor-beyaz çiçekleriyle bulunduğu yerleri süsler. Çiçeklerini döktükten sonra kelle dediğimiz kapsüller oluşur. Buraya kadarki anlatımı birçoğunuz bilirsiniz. Asıl anlatmak istediğim kellerin çizilmesi ve afyon maddesini içinde bulunduran nesnenin sıyrılarak alınmasıdır.
Bıçak sapı gibi düzeltilmiş ağaçların ucuna tırpan kırığı parçalarının bıçak ucunun keskin yüzü gibi yerleştirilmesiyle oluşan ve adına afıyan cizgisi denilen araçla güneş iyice kızdıktan sonra bir afıyan kellesi sol el ile tutulup sol elin başparmağı kellenin üstünde. Aynı elin işaret parmağı ile orta parmağın arasına da alt kısmı sıkıştırılıp tam orta yerinin üçte ikilik bölümü hafif kesilerek dolaşılır. Buna afıyan çizme denir. Özel bir ustalık ister. Çok yüzeyden çizilirse süt çıkmaz. Derin çizerseniz kelleyi bölersiniz hem süt çıkmaz hem de haşhaşın oluşumunu engellersiniz. Çizilen kellelerin olduğu bölümde dolaşırsanız hem süte zarar verisiniz. Hem de sütü dağıtırsınız üzerinize bulaşır. Çizilen sütler ertesi gün sıyrılır. Ağzı ekmek teknesi biçiminde kendimize gelen tarafında sapı olan ve sapa yakın yeri açık orada yine tırpan kırığı parçasının yerleştirilmesiyle oluşan. afıyan bıçağı ile kelle çizerkenki gibi tutulup çizilen bölüm dolaştırılarak toplanan sütün bıçağın içine toplanması sağlanır. Toplanan madde sütün kahverengine çalan rengi ile kabuğun üst kısım renginden oluşan ak karışımıdır. Alındıkça köşeden beri doğru bıçağın içine sıkıştırılarak doldurulur. Bıçak dolunca boşaltılır. Alma işi günün erken veya ikindi sonrası döneminde yani serinlikte yapılır. Bizim haşhaş tarlalarımız genellikle Harmanaltı ile Sıran söğütte olduğundan o yılların tek kiremitli çatısı olan şimdiki eski okul diye tanımladığımız bina rahatça görülürdü. Yaz mevsiminin sıcağında kiremitlerin üst kısmında bir dalga sürekli hareket halinde görülürdü. Bunun kiremitlere vuran sıcağın geri yansımasından olduğunu ancak öğretmen okuluna gittiğimde öğrenebilmiştim. Beni hem eğlendiren hem yoran önemli olaylardan biriydi. Afıyan çizimi dönemiyle efek biçme dönemi çakıştığından yavaş giden yaşantı birdenbire hızlanırdı. Küçük- büyük herkese iş bulunur veya köye gelecek yabancılardan çekinildiği için çocuklarda tarlalara taşınırdı. Yine böyle bir günde güneşte yanmasın diye hendeğin kıyısına beni yatırdıklarında acı ile uyanıp bağırmaya başladığımı anımsıyorum. Meğer başımı koyduğum yerdeki çavdar kellesi kulağıma girmiş. Uyanıncaya kadar bilmemişim. Benim ve anamın bağırışlarına bizim tarlada insan çoğalıverdi. Vücudum büyük baskılar altında kaldı. Ne olduğunu anlayamıyordum bile. O sırada beni tutmuşlar işin uzmanı kadınlardan birisi koca iğne diye adlandırdığımız yorgan iğnesi ile çavdar kellesini kulağımdan çıkarmış. Çocuk gurtuldu çıkdı çıkdı ! dediklerini duydum o arada korkudan uyumuşum. Tarlalardaki çizim ve alım işleri bitince afıyan sakızı çok az suyla sulandırılıp hamır yoğrulur gibi yoğrulup özleşmesi sağlanırdı. Büyüklüğüne göre bir veya iki parça gülle gibi yuvarlak şekil elde edilirdi. Bu toprak mahsulleri ofisine verilirdi. Tahmini değerden az olduğunda komşular birbirinden ödünç alarak eksiği giderirdi. Çünkü eksiğin nedenini anlatabilmek çok zor olan olaylardan biriydi. Çizme işi bittikten sonra kadınların zamanı varsa yeşil kalmış canlı kellelerin önce çizilmemiş bölümünden çizdikleri yerden yeniden çizip süt alırlar ve buna sırt denirdi. Bunun kazancı evdeki kadınların özellikle de genç gelin varsa onların olurdu.
Olgunlaşan kelleler sarıdan uçuk kahverengine doğru renk alınca ek gibi duran boğazından koparılırdı. Buna haşhaş kırma denirdi. Kırılan haşhaş günde kızdırılıp kırılır elenir pazarlanır. Kalanı yağ için, börek için pekmezle karıştırılıp banmak için yıkanır eve konurdu. Gerekli oldukça dığan dediğimiz tavalar içinde kavrulur ve her evde bulunan haşhaş taşlarında sürtülürdü. Kırık kapçaklar bir zamanlar şimdiki spor tesislerinin bulunduğu harmanın kenarlarına dökülürdü. Bunu yiyen hayvanlar daha iştahlanır insanlara saldırırdı. Bu yüzden çok kasılan kendini beğenmiş insanlara “çığ yemiş dombay gibi ne ofudup duruyon” derlerdi. Sonraları bu kapçaklar birileri tarafından alınıp götürüldü. ABD de işlenerek sakız çıkarıldığını daha sonraları öğrendik. Bir dönem haşhaş ekimi yasaklandı. Yaklaşık dört yıl ekilmedikten sonra ilimize adını veren ekim yeniden başladı ama o çizme toplama yani afıyanı görme olayı olmadı artık. Harmanlara dökülen gapçıklar TMO tarafından alınmaya başladı. Son yıl tapusu olmayan tarlalara ekim yaptırılmama durumu ortaya atılınca kasabamızda haşhaş ekimi yok denecek kadar azaldı. Dileriz yönetme düşüncesindeki kişiler bu olumsuzluğa bir çözüm bulurlarda hem üretici kazanır. Hem de Bolvadin ilçemizdeki Alkoloid fabrikası hammadde sıkıntısından kapanmak zorunda kalmaz. Günlük yaşamımızda her zaman yeri olan haşhaşın bilebildiğim elli yılı aşkın öyküsü bu. 06.03.2007

YİTİRİLEN DEĞERLER–14: PULLUKLAR

Toprak işlemede en yaygın kullanılan araç pulluklardır. Pulluklar toprağı parçalar, çevirerek devirir, gevşetir anız ve yabancı otları toprağa gömer. Gazi hazretleri, her yıl dış ülkelerden getirilen pulluk ve tarım araçlarının bir kısmını paramızın dışarıya gitmemesi için ülkede yapmak ve Türk çocuklarına da sanat öğretmek isteğindeydi. Anadolu köylüsünün yüzyıllardan beri kullandığı, toprak üzerinde yalnız bir çizgi açan karasabanın kaldırılmasını ve yerine pulluk kullanılmasını isteyen Gazi hazretleri, 1930 senesinde çiftlikte bir pulluk üretimevi kurdurarak pulluk ve bazı tarım araçlarının üretimini başlatmış ve çiftçiye ucuz pulluk sağlamıştır.

Pulluk tabanı: Özellikle tarla tarımının yapıldığı arazilerde en büyük sorunlarımızdan biri pulluk tabanı oluşumudur. Hepimiz asfalt yapımını görmüşüzdür? Toprağı sıkıştırmak için silindirlerle geçer dururlar. Peki, şimdi düşünelim. Bir sene boyunca; tarlayı sürerken, ekerken, biçerdöverlerle hasat ederken tonlarca ağırlığındaki araçlar tarlamıza kaç defa giriyor ve tarla toprağını bir silindir gibi kaç defa bastırıyor.  Bir yıl boyunca bu tarla toprağını pulluk derinliğinde (20–25 cm) kabartıyoruz. İşte bu her yıl aynı derinlikte kabarttığımız toprak derinliğinin hemen altında sert, geçirimsiz ve betonlaşmış bir tabaka oluşuyor. Bu tabakaya pulluk tabanı diyoruz.
Pulluk tabanı oluşan tarlalar 35 cm yüksekliğinde beton havuzlarda toprak koyup tarım yapmamıza benziyor. Bu sert tabaka suyun yararlı kullanımını engeller. Yağmur ve sulama suyunun bu tabakadan geçimini engeller. Çamurlaşma ve suyun daha çabuk buharlaşarak kaybolmasına neden olur. Bitkinin sıcak günlerde toprağın alt tabakalarındaki suyu kullanmasına engel olur. Bu şuna benzer; saksının tabağına koyduğumuz su bir süre sonra saksı tarafından emilir. Üstteki su kayboldukça alt tabakalarda bulunan su yukarıya doğru yürür. Bitkinin en gereksinimi olduğu zamanda bu sert tabaka suyun geçimini engeller.
Bitki köklerinin toprakta hareketi sınırlanır ve kök gelişmesi engellenmiş olur.
Dip kazanla bu pulluk tabanın kırılması yani patlatma yapmamız gerekiyor.
Dip kazanın işleyici ucu sert tabakanın hemen altından geçmelidir.
90 cm aralıklarla tek yönde dip kazan çekilmelidir.
Kuru tarım alanlarında 3 yılda bir kez uygulanmalıdır.
Sert tabakanın kırılması işlemi kesinlikle arazinin kuru olduğu Temmuz, Ağustos, Eylül aylarında yapılmalıdır. Her yıl toprak işleme derinliğini değiştirmemiz pulluk tabanı oluşumunu azaltır.

Diğer işlerde olduğu gibi tarımsal çalışmalarda da bilimsel olalım. Küresel ısınmanın ilk görülmeye başladığı bölüm ve etki alanı tarım. Gerekeni gerektiği düzen içinde yapmak kişisel ve toplumsal çıkarımızadır. 03.03.2007

YİTİRİLEN DEĞERLER-13:  KARASABAN

 Tarım ve toprak işleri insanlığın var oluş süreciyle birlikte gelişerek olagelmiştir. Geleneksel toplum İsa’dan Önce 6000 de karasabanın bulunuşuyla başlar. Karasaban toprağın altını üstüne getirmek için yapılmış, genellikle sert iki ağacın birleşmesinden oluşur. Ağacın sivri olan yerine takılan özel yapılmış   saban demiri denen parçayla toprağın aktarılması sağlanır. İkinci parçanın ucuna boyunduruk denilen sabanı çekecek hayvanların bağlanacağı bir düzenek takılır. Uzunca oku, okun ucunda gevelesi, gevelenin arkasından öküz veya manda derisinden yapılmış kayışla boyunduruğa bağlanan öküzler, arkada buylu dediğimiz meşeden yapıla tutulan ve demir takılan bölümü, ucun gerisinde buyluyla oku bağlayan ağaç.  Hayvan gücü kullanılarak yapılan tarım, başka bir deyişle karasaban devrimi, insanın tükettiğinden fazla üretmesine neden olmuştur. Bu durum toplumun yeniden organizasyonu ile sonuçlanmış ve devlet kurumu doğmuştur. Ancak 10. yüzyılda karasabanı kullanan Avrupalı köylü bir yıl çalışarak ürettiği 300 kilo ürünü, bu kez 6 ayda üretmeye başladı, geriye kalan süre içinde yaptığı fazladan üretimi ise ticaret yapmak için kullandı.

1927 yılında çiftçi ailesinden yüzde 70  inin sadece kara saban ile toprağı sürdüğü ortaya çıkmıştır. Toynbee “ Köylülerin kullandıkları tarım yöntemleri tarihin alaca karanlığındakinden ayrı karasaban, hala en gözde tarım aracıydı” demiştir. Karasabanla ilgili şöyle bir öykü anlatılır:

B ir  adam sabah çift sürmek üzere hazırlanır. Tohumunu eşeğe, yükler azığını alır. Öküzlerini önüne katar. Tarlaya çift sürmeye gider. İki üç evlek sürer son evleğin yarısına gelince sabanın toprağı aktarmadığını görür. Çeker sabanı bakar ki saban demiri kırılmış. Sürdüğü çizileri takip ederek kırılan demiri bulur.  Kırılan iki demir parçasını orada toprakla kardığı çamurla yapıştırır. Bir çizi çıkmadan bakar ki saban demiri kırılmış. Demiri çıkarır bakar ve derki şu Allah ın işine bak yine aynı yerden kırılmış der ve hayretini belirtir.

Karasaban çizgiyi geniş açsın diye okla buylunun bağlı olduğu bölüme kuşburnu çalısı takılır. İşte böyle bir çalıyı uzun otlar takılmış alıvereyim diye öküzlerin arkasından tuttuğumda elimin yarı çamurlu kanlar içinde kaldığını gördüm.Çok acımasına karşın babamdan gizledim.Bilse neden tuttun diye azarlayacaktı. Bende o azarı göze alamazdım.

Boyunduruk karasaban veya pulluğu çekmek için kullanılan hayvanların boynuna takılan ağaçtan yapılmış bir araçtır. İki ağaç ince demir veya sert ağaç parçalarıyla birbirine tutturulmuş uçları hayvanların boynu girecek kadar açık bırakılmış kaçmamaları içinde zelve denen demir veya ağaç parçalarının girebileceği delikler hazırlanmış bir araçtır. Boyunduruğun alt ucunda meşeden yapılma kapak dediğimiz delikli düzenek vardır.ağlantıyı zelveler yapar.

İşte şimdi anı özelliğinde bazı işyerlerinde gördüğümüz karasabanın benim bildiğim geçmişi.Nerelerden nerelere? 02.03.2007

YİTİRİLEN DEĞERLER -12: YAĞMIRCIK ÇIĞRIŞMA

Çocukların yağmur duası

Çocukların birlikte iş yapıp kaynaştığına ve oyun oynarken bile iş başarmanın güzelliğine eriştiklerine tanık olacağız. Evlerde, köşe başlarında büyükler yağmur yağmasının gerekli olduğu veya yağmasının geciktiğini söylemeye başladıklarında mahallenin çocukları kendi aralarında örgütleniverirlerdi. Elimize bir ümzüklü ocak bardağı alıp köyün yukarısında bulunan inden ümzüklü ocak bardağını doldurup mahallemizdeki evleri gezmeye başlanırdı. Evin kapısına varıp koro halinde:

Teknede hamır,
tarlada çamır,
ver ALLAH ım ver,
sicim gibi yağmur ver.

Arkasından da:

Yağmırcığım yağ ister,
kaşık kaşık bal ister,
koç koyunlar kurban ister,
köpekler harman ister,
ver ALLAH ım ver sellice sulluca yağmur ver.
diye sesimiz elverdiğince bağırarak dua edilirdi. İleri yaşlara gelince bu tekerleme-yakarış karışımında bir yanlışlık olduğunu düşünmüşümdür. Koçların koyunların kışlık yiyecekleri harmanın verimiyle, köpeklerin mutluluğu da özellikle kurban kesimi sırasında onlara verilen et parçalarından olsa gerektir. Yanına vardığımız evin ev sahibi de bulgur, yağ, yumurta, tuz veya ekmek verirse elimizdeki ocak bardağından kapısına su dökülerek gapınızı sel alsın gitsin derdik. Bu gerçekte yeteri kadar yağmır yağsın dileğiydi. Vermezse dökülmezdi. O zamanlar bir garip inanış vardı. Eğer evden bir kişisi görmeden bir damtaşının oluğu çalınırda pilav pişirilen haranının altında yakılırsa mutlaka yağmur yağar. İşte bu inanış her yağmurcukta bir veya birkaç oluğun yakılmasına neden olurdu. Oluk dediğimiz aygıt söğüt ağacının üst tarafının oyularak kanal yapılıp dam başındaki akıntılı tarafa uç kısmına büyük taş bastırılarak yağmur sularını aşağıya akıtmaya yarardı. Oluğu çalınan dam başı sahibi bunu bilirse kızar gibi yapar ama yine bağışlardı. Hemen yenisini yapar veya usta birisine yaptırıp yerine koyardı. Bir oluğu çalınan evin oluğunun bir daha alınmamasına özen gösterilirdi. Böyle bir olay gerçekleşse bile çocuklar veya büyüklerce yapılan uyarı sonucu oluk geri dam başıya atılıverirdi. Ama herkes evinde olandan mutlaka verirdi. Yılda bir kez falan bu işi yaparken tavık veren çıkardı. Tavık olduğu zaman yağmırcık coşkusu daha artar, katılım daha çok olurdu. Eti çok az çocuk görürdü. Düşünün bir inek veya öküz kellesiyle bir düğün edilirse etin değerini. Bulgurumuz ve tavuğumuz tamam olunca bize bunları pişirecek bir aba, teyze, nine bulmak için koşturulurdu. Yalvar yakar azıcık nazla bile olsa birisi aşçılığı üslenirdi. Yağmırcık çığrışırken toplanan araçlar üç yol ayrımında pişirilmeye çalışılırdı. Burada pişen bulgur pilavları daha tatlı gelirdi çocuklara. İçindeki katkıların değişik ve bol olmasından mı? Yoksa kalabalık içinde yeniliyor olmasından mı bilinmez? Orada aş yemek için uğraş verilirken şimdiki çocuklara ise zorla yedirilmeye çalışılmakta. Bolluktan mı? Toplu iş görebilme yeteneklerimizin gittikçe azalmasının çocuklara yansımasından mı? Bu da toplumbilimcilerin ilgi alanı gibi. Koşullar uygunsa pişirilen yiyecekle köy pınarına gidilirdi. Ellerimizde birer tane kaşıkla orada iliyenlere (toplu yemek yemelerde kullanılan büyük bakır sahan) dökülen bulgur pilavı gülüş çığrış yenir ve âmin denirdi. Sonra çayırlıkta ağaçların gölgesinde çeşitli oyunlar oynanırdı. O zamanlar lağım kokusu veya çevre kirliliği yoktu. Köypınarı çeşmesinin suyu kasabanın en güzel içme suları içindeydi. Geriler dönüp bunları şimdi akıl süzgecinden geçirince çok güzel bir oyun, çok güzel yardımlaşma, çocukların paylaşmayı öğrenmeleri ve dayanışmanın en güzel örneği olduğunu düşünüyorum. Tertemiz duygular ile bugünkü biz büyüklere ne güzel ders veriliyor? Ders alabilenlere, alabileceklere ne mutlu. 28.02.2007

YİTİRİLEN DEĞERLER- 11:Çamaşır makinelerinden önceki kadınların çilesi
GEYCEK YUMA

Kasabamız dilinde uzun sözcüklerle konuşmak çok sevilmez. Bu yüzden giyecek yerine geycek, yıkanması gereken kirli çamaşıra çıkmış denir. Geycek yuma ve çıkmış yuma eş anlamlı olarak kullanılagelir.

Çamaşır makineleri yokken veya daha evlerimize girmemişken çamaşırlarımız Ilıcada, Arapların değirmenin üstünde, Yumrukayada, Karşıyaka çeşmelerinde yıkanırdı. Çamaşırdan Birgen önce muhtarlıktan çamaşır çalısı kesme izin belgesi alınıp birkaç kadın birlikte veya evlerinden bir erkekle kadınlar koruya gider, yarın çamaşır kazanının altında yakılacak meşe odunlarını hazırlayıp sırtlarına sarınarak çamaşır yunacak yere getirirlerdi. İzinsiz çalıları korucular yakaladığında tahraları ve çalı iplerini alır, ayrıca ceza yazdırırlardı. Çamaşır günü sabah erkenden yorgan çarşafları sökülür, yatak çarşafları çıkarıldıktan sonra temiz çamaşırlar kazanın içine, çıkmışlarda ayrıca çarşafa doldurulur sırtta veya eşekle götürülürdü. Özellikle Ilıcada baş kazan yerini kapabilmek için erken davranılırdı. Burası hem yağmura-yele siper, hem de temiz suyun çıktığı kaynağa çok yakındı. Çamaşıra evin tüm kadınları ve kızları ile ergenliğe ulaşmamış erkek çocukları giderdi Sabunu tutumlu kullanmak, az sabunla çok çamaşır yıkamak övünülecek ustalıktı. Sabuna destek olsun diye kil ile önceden ıslatılarak hazırlanmış olan meşe külü suyu kullanılırdı. . Çamaşırlar soğuk su ile bir kat yıkandıktan sonra yığılan geycekler sabun, kil ve sıcak suyla ağartma işleminden bir kat daha soğuk suda sıkılır, sonra ocaklara vurulan kazanların sularına kil katılıp çıkmışlar içinde kaynatılırdı. Çıkarıldıktan sonra sabun sürülerek geycek taşlarında sürtülerek yıkanırdı. Sonrada durulanıp taşların üstüne, çalıların üstüne veya otların üstüne serilerek kurumaya bırakılırdı. Geyceğini bitirenler kazanlarını devirdikten sonra iyice yurlar(yıkarlar) ve yeniden su doldururlardı. Bu sular kaynayasıya kadar oymak kurularak hazır azıklarla yemek yenirdi. Yendikten sonra çocuklardan ve yaşlılardan başlayarak çamaşırda bulunanları geycek taşlarına oturtarak yurlardı. Yıkanan yaşlılar yemek hazırlığı için veya üşümemesi için eve yollanır, çocuklar taş kuytularına yatırılırdı. Orada yunarken sırtımıza sürülen killerin acısını sırtımda şimdi bile duyar gibi olurum.

Çamaşırlar toplanıp evlere dönülürdü. Bu işlerde yardımlaşma çok olurdu. Özellikle kadınlar saçlarını yazarken(örük açıp az ıslattıktan sonra saçların taranması) ve yıkanırken birbirlerine yardımcı olurlardı. Evlerde yunan az çamaşırlar çeşme başlarındaki taşlarda veya yukarı Koca çeşmenin çamaşırhanesinde durulanırdı. 26.02.2007

YİTİRİLEN DEĞERLER-10 : tarım teknikleri gelişince
HARMAN ve EKMEK


Eskiden Bahçelievler Mahallesinin büyük bölümü, okul ve sosyal konutların bulunduğu alan ile Atatürk Spor Tesislerinin bulunduğu alan harman yeriydi. Harman yeri alanı neden bu kadar genişti. O kadar geniş olmasına karşı yine de yetmiyor zaman zaman harman yeri kavgaları eksik olmuyordu. Günlerce tarlalarda ekinler biçilip destelenir, arpalar burçaklar nohutlar gece kırlarda yatılarak yolunur tarlalarda goşat yapılırdı. Daha sonra bunlar deleceli kağnılara öküz arabasıyla veya at arabasıyla harmana taşınır rampas dediğimiz yığınlar oluşurdu. Harmana getirme işini bitirdikten sonra rampas yuvarlak biçimde dağıtılır, buna sap saçma denirdi. Harman yerleri dar geldiğinden sap saçma işide kalın ve yüksek olurdu. Saçma işinden sonra ya saçan insanlar kendileri veya boyundurukta koşulu öküzlerle ya da koşumlu atlarla üzerinde gezinilip yassıltılırdı. Bizim öküzlerimiz olduğundan harmanın iç tarafına gelen öküzün kuyruğundan tutularak hem düzgün dolanmaları sağlanır hem de sapların içinde düşmekten kurtulurdum. Bundan sonra düyen(döven) koşulur. Üzerinde dönülmeye başlanırdı. Düyen sürmenin inceliği her dönüşünde değişik yerlerine uğratmaktı düyeni yoksa harmanı samana dönüşme işi geç olurdu. Hayvanlar kendi halinde giderse veya düyenin üzerindeki kişinin yönetim becerisi zayıfsa hep aynı yerden giderlerdi. Buna bir yolaktan gitme denirdi. Büyüklerimiz harmana bakışta bu durumu gördüklerinde kızarlar hatta döverlerdi. Onlar gelipte bugün bir yolaktan gitmeyi huy edinmiş yöneticilerimizi görselerdi. Ellerine geçirdikleri üvendire, kamçı, dirgen, annat, çalgı yaba ve çekgilerle nerelerine vurulurdu acaba? Harmanın yüzündeki saplar saman durumunda gözükmeye başlayınca birinci aktarma işi dirgenle yapılırdı. Aktarma harmandaki sapların ters yüz edilmesi olayıydı. Aktarmadan sonra büyük deste parçaları görünüyorsa bu parçaların dirgenle küçültülmesine veya üçüncü aktarmada sap çok görünüyorsa sapları üste çıkarma işleminin yapılmasına evsme denirdi. Bu aktarmadan sonrada hayvan gezdirme işi yapılırdı. Hayvanlar düyene koşulur üzerinde bir kişiyle düyen sürmeye başlanırdı. Yolak yapmama dışında düyendeki kişinin öteki önemli görevi sıçan öküz veya beygirin boklarını harmana düşürmeden boksak denilen kabı hayvanın arkasına yetiştirip tutarak sürülen harmanın dışında uygun bir yere döküp gelmekti. Bu eksiklik veya gecikmenin bedeli de yukarıdaki gibi azar veya sopa ile cezalandırılırdı. Harmanın yüzü samanlaşınca dirgenle ikinci aktarma yapılırdı. Bu işlemden sonra düyen sürme işlemi sürdürülürken bir kişide sorkun söğüdü dallarından veya sığır kuyruğu(bir çeşit ot) dallarının bir araya toplanıp bağlanmasıyla oluşan çalgı dediğimiz araçla harmanın kıyısındaki saplar harmanın içine katılırdı. Artık saplar az görülmeye başlayınca harman küreği dediğimiz çam ağacından yapılmış küreklerle üçüncü aktarma yapılırdı. Düyen sürme işi sürerken harmanın yüzü yarı saman yarı kes durumuna gelince dördüncü- buna son aktarmada denir- aktarma yapılırdı. Harmanın çevresi bu kez boyu bizim boyumuza yakın uzunlukta pirenden veya süpürge otu dediğimiz otlardan özel olarak bağlanıp üst tarafına söğüt ağacından yapılma sap geçirilmiş süpürgelerle süpürülürdü. Bundan sonraki sürme samanın inceltilmesi veya açılmadan kalan başakların açılımının sağlanarak saman içine boşaltılmasına yönelik düyen sürme çalışmasıydı. Artık harmanı öldürdük denirdi. Bu harman, harman küreği ve tırmıklar yardımıyla kuzeydoğu yönünde uzunca toplanırdı. Buna harman yığma denirdi. Yığılan harmanın tabanı harman süpürgeleriyle süpürülüp üzerine atılırdı bu süprüntüler. Harman yığıldıktan sonra üzeri küreğin arkasıyla vurularak düzeltilirdi. Bu dalaz dediğimiz hortuma benzer rüzgârdan ve yağabilecek yağmurdan zarar görmemesine yönelik bir çalışmaydı. Bundan sonra başka bir rampas harmanlanıp saçılır ve aynı işlemden geçirilirdi. Arkadaşlar bir araya geldiklerinde “Kaç harman öldürdünüz?” diye sorulurdu.
Bazı yıllar harman döneminde uzun zaman yel esmezdi. Harmanlar yığılır, düyen sürme işi biter günlerce yel esmesi için harmanda beklenirdi. Yel esecek ki yığılan harmanlar savrulup deneyle saman birbirinden ayrılabilsin. Yığılan harmanın yirmi beş santimetre kadar önüne ince söğüt dallarının kalın uçlarının sivriltilip düzeltilmesiyle yapılan çubuklar dikilirdi. Çubuklar eşit aralıklarla dikilip harmanın uzunluğuna göre iki ile yedi arasında olurdu. Harman savurmak işi yaba dediğimiz çam ağacından yapılma dört parmaklı aletle yapılırdı. Yabaya harmandan yeterince alınan saman-dene karışımı yabanın yel esen tarafa doğru kır beş-altmış derecelik eğimle çevrilip yukarı savrultulmasıyla deneler yel tarafına düşer, samanlar çubuklardan öbür tarafa geçerdi. Çocuklar harman savurma işine girmek için çabalar, büyüklerde deneleri kaçırırsınız diye o işe yanaştırmazlardı. Çocuklar belki de büyüdüklerini kanıtlamak için bu işi yapmak istiyor olabilirlerdi kim bilir? Savrulan samanlar çubukları alttan bir karış kadar örtünce harman küreğiyle çubukların dibinden başlanıp kürek ağzından biraz genişçe alınıp ileri atılırdı. Bu işleme saman yarma denirdi. Bu işi savurma işinde çalışmayan eli boşlar varsa onlar yaparlardı. Saman dene karışımı azalınca yelin estiği yönde deneler kızarmaya başlar. Savrulma işlemi sırasında en çok sevdiğim aşama bu bölümdür benim. Çekilen bunca emeğin karşılığının alınmaya başladığını görmek sevinci kaynağı belkide. Denesi çoğalan samanı alıp yukarı kaldırıp savurmak zor olduğundan en usta savurucu yelin estiği yana geçerek savrulmuş buğdayları samandan savurarak ayırır. Buna çeç ayırma denir. Ustalık çecin içinde saman bulundurmamaktır. Yoksa samanlı çeç daha sonraki işlemlerde çok yorar. Kalan harman kalıntıları da savrulup saman bir yana deneler çeç olarak öte yana ayrılır. Harmanda bulunanlar iki kümeye ayrılır. Bir kadın elinde gözerle harmanın temiz bir yerine dikilir. Bir başkası kalbura doldurduğu ekini gözere döker oda sağa sola sallayarak deneyi çalkar. Üstüne gelen kesler ile ezilmemiş başakları ayırıp yan tarafa döker. Buna denenin çalkanması denir. Çalkanan dene çuvallara doldurularak gelecek dönemin tohumlukları ayrıldıktan sonra deymenlik(değirmene gidecek unluk buğday), bulgurluk, göcelik olarak çeşmelere ya da çaylara yumaya(yıkamaya) götürülür. Harmandaki ikinci küme savrulan harmanın dağılmış olan samanlarını harman küreğiyle toplar ve yığar. Yerde kalan samanlar süpürülüp saman yığınının üstüne atılır. Bütün harmanların savurma işi bittikten sonra harman dibinde kalan artıklar bunlara badas denir. Savrulup içinden çıkan deneler tavuk yemi yapılır. Dene çalkama sonunda oluşan keslerde düyenle(döven) sürülerek açılmamış başaklardaki deneler yeniden çalkanarak alınır. Geriye kalan keslerde(saman irisi) fırın fışkısı yapmak için evlere götürülür. Samanların taşınması kağnı, öküz ve at arabalarına konulan kıl keçisi tüylerinden dokunarak yapılan geri dediğimiz araçlarla yapılırdı. Gerinin üst ucuna ucu çatal olan dayak takılıp kağnının önüne çakılmış tahtaya, arabada ise araba kasasının ucuna dayanıp dik dursun diye önde geri tutulurken büyüklerden biri saman yabasının azmanı durumundaki saman atkısı ile samanları arkadan ön köşeye doğru atmaya başlar. İşte bu anda bütün tozlar size geldiğinden epey zorluk çekersiniz. Bu işten sonra elinize yaba veya dirgen alıp gerinin üstüne çıkarsınız. Ön göpcükten(gerinin köşesi) başlayarak çekerek doldurmak ve çiğneyerek geriye çok saman yüklenmesini sağlamak sizin görevinizdir. Arkadan samanlar yere dökülmeye başlayınca arka göpcüğün(köşe) dayağı dikilip gerinin arkası iple çitilerek kapatılır. Çitme geri ipiyle gerinin arkasındaki iki parçalı kulağının birleştirilip deliklerden geçirilerek kabaca örme işidir. Çiğneyici arkayı kaydırdığı samanla ve atıcının attıklarıyla doldurup çiğnemeyi sürdürür. Geri dolunca yerde saman çoksa samanın üstüne atlar. Az ise saman atıcının yardımıyla geriden iner. Geri köye samanlığa götürülüp boşaltılır.

Bu bölüm traktörden önceki dönemi bilmeyenler için masalımsı gelir, ilginç mi gelir bilemiyorum. Ancak tam çekilen sıkıntıları yazımda yansıtamadığımı açık yüreklilikle söyleyebilirim. Bu eziyetli uğraş nedeniyle belki eskiler ekmeği kutsal bilip onun bir kırıntısının bile çöpe gitmesine gönülleri elvermez. 21.02.2007 

YİTİRİLEN DEĞERLER- 9 : KAĞNILAR


Başta kurtuluş savaşımız olmak üzere bir dönemin en gözde ve en önemli ulaşım aracı kağnılarımız. Tüm komşu evlerde iki öküz tarafından çekilen kağnılar vardı. Bazen bu kağnıya doluşur tarlaya çifte, tırpana , harmana giderdik. Çoğu zamanda harmana biçilmiş veya yolunmuş ekin taşırdık. Yol boyunca çocuk bağrışmaları ve kağnı sesinden oluşan bir koro bizlere eşlik ederdi. Hiç duymamış olanlara bu müzikli inilti sesini anlatmak sanırım olanaksız. Özellikle sabah erken saatlerde yada akşam geç vakitlerde daha iyi duyulan bu ses beni halen etkilemektedir. Tekerlekler döndükçe iki ahşabın birbirine sürtünmesi sonucu oluşan bu gıcırtılı sesin daha iyi çıkması için kaymak, yoğurt veya sabunun eritilmesiyle oluşan özel sıvı sabunluk dediğimiz öküz boynuzu kabının içine ucu çaputlu değnek biçiminde gereçle sürülür.Bu hem ses çıkarması hemde sürtünmeden dolayı yanıp kırılmaması içindir. Hatta bazı yörelerde kağnısı iyi ötmeyenin horlandığı bile söylenir. Köyün yaşlıları ise daha kağnı görülmeden uzaklardan gelen sesinden kimin kağnısı olduğunu hemen söyleyiverirler. Kağnının en önemli özelliği iki öküz tarafından çekilmesi ve tamamen ahşaptan yapılmasıdır. Azının iki ucuna takılan tümü tahta olan bu tekerler çamur tutmaması için genelde çam ağacından yapılıp, aşınmaması içinde etrafına 2 cm eninde demir çember geçirilir. Öküzler arasından geçen uzun bir üçgen şeklindeki “ok” ana yapıyı oluşturur. Bu okun ucuna boyunduruk bindirilir. Uzun bir tahtadan oluşan boyunduruğun iki tarafındaki üstü çam, altı meşeden yapılmış bölümleri “zelve” lerle birbirine kayışla da öküzlerin boynuna bağlanır. Kağnının üçgen şeklindeki oklarının her bir parçasına kravat, uçtaki meşeden yapılmış boyundurukla kayışı tutan yuvarlak ağaçlara gevele, öküz veya manda derisinden yapılmış kayış, kravatların altında yine çamdan yapılmış buylular, onun altında da iki tekeri birbirine bağlayan meşeden yapılmış eysen ve eyseni iki tarafından kavrayan azılarda meşeden olurdu. Normal zamanlarda iki tarafına ağaçtan yapılmış kanatlar sokulurdu. Ekin getirme zamanı meşeden yapılmış delece vurulurdu. Ekin taşımak için dağlardaki tarlalara akşamdan gidilip orada yatılarak şafakla birlikte ekin sarılıp yollara düşülürdü. Doğrudan çiftçilikle uğraşmayan komşuların ekinleri veya güzel çiçekli sonrada güzel samanı olan efekleri her sabah bir komşunun olmak üzere toptan kağnıcılar toplanarak getirilirdi. Bu kadar anlatımdan sonra Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın güzel şiirini de burada okumak gereklidir sanıyorum.15.02.2007     

YİTİRİLEN DEĞERLER- 8: ODUN MECİSİ(İMECESİ)

Kasabamız düğünlerinin eskiden bir hafta sürdüğünü kırk yaştan daha genç olanlar pek anımsayamaz. Düğünler Perşembe günü kına yakımıyla başlar, ertesi hafta Perşembe gelin alımı ve bir gün sonraki belek dağıtımını da sayarsak sekiz gün sürerdi. Bugün anlatacağım konu kına yakıldıktan sonraki Salı gününün olayı olan odun mecisidir.
O dönemde motorlu araç yoktu. Buna karşın hemen her evde bir eşek bulunurdu.Hani Nasrettin Hoca fıkralarının önemli kahramanlarından Karakaçan. Salı sabahı sabah ezanından sonra köyün gençleri eşeklerini tahralarını hazırlar hep birlikte Akharım Kasabasının arka kısmındaki Ahır dağlarına Davşınak odunu kesmeye giderlerdi. Davşınak ilginç bir çalı-ağaç tipidir. Bir kökten çok sayıda dal verir. Odun edilecek davşınak önce köküyle birlikte asılınarak kökünden yolunur. Çok ince dalları ayıklanıp diğer parçaları ayrılır. Bir davşınak çalısından yarım kucak kadar odun hazırlanır. Odun iki denk=bir yük olarak hazırlandıktan sonra eşeğin semerine sarılıp en hızlı bir şekilde köye dönme yoluna bakılır. Çünkü ilk gelen eşeğin gencine düğün evi tarafından ödül olarak bir peşkir verilir. Bu peşkirin parasal değerinden öncelikle onursal değeri yüksektir. Birincilikle bitirenlerin ayrıcalığı ve üstünlüğü yıllarca anılarda anlatılır dururdu. Ayrıca bizim kuşak ve üstü davşınak odunundan çok güzel yer çeliği yapıldığını bilir. Oldukça sert ve dayanıklıdır.
Odun mecisinin amacı hem düğünde yakılacak odunun karşılanması, hem de kışlık yakacak gereksiniminin karşılanması açısından önemi büyük olurdu.
Şimdiki yaptığımız veya düşündüğümüz çalışmalarda odun mecisinin günümüze uyarlanmış şekli değil mi? Gelin öyleyse destek olalım. Destek verelim. Unutmayalım birlikten kuvvet doğar. 11.02.2007          

YİTİRİLEN DEĞERLER- 7:KUYULAR VE PINARLAR

Kuyuların kasabamızın geçmişinde önemli yeri vardır. Köy içinde, Karataşta, Kocakırda , Kızılağılözünde, Galderesinde, Kocaköprüde, Karapınar önünde, Gedikardında, Sığırovasında, Çayırarmudunda ve Ulualanda sıralanmış olarak su gereksinimini karşılamak için uğraşırlardı.Hepsinin çevresinde varlıkların girişini engellemek için taştan bilezik biçiminde korumaları vardı. Birisini piknik yerinde görmüşsünüzdür. Üzerindeki zincir izleri zamanın üzerinde gösterdiği aşınmaların belgesi gibidir. Ay ışığı olduğu gecelerde üzerine eğildiğinizde gökteki ayın yansımasını kuyunun içinde görür gibi olursunuz. Nasrettin Hoca da aynı durumu görüp Ay kuyuya düşmüş diye kurtarma çalışmasına girmiş ya.
Her kuyunun bir kovası olurdu. Bu demir, ağaç veya sert lastikten olurdu. Buna kasabada çomçak denirdi. Çomçağın ucuna bağlı olan zincirin öteki ucu seren dediğimiz bir ucu yerde öteki ucu yukarda tahteravalli ağacı gibiydi. Kuyunun iki metre kadar yakınına dikilmiş çatal ahlat veya meşe ağacının kollarından geçirilmiş demir boru aynı zamanda sereninde ortasından geçerdi. Çomçağı kuyunun ağzından içeriye salladığınızda zincirle aşağılara gönderirken yerdeki uç yukarı kalkar, havadaki uçta kuyunun başındaki taş bileziğe değerdi. Bu sırada kova su ile dolar çekme işi başlardı. Kova sudan çıkıncaya kadar kolayca kendi başına çekilir sonra zorlana zorlana çekilirdi. O zaman bunun suyun kaldırma kuvvetinden olduğunu bilmez nasıl oluyor diye şaşar kalırdık. Yukarı çekilince çomçağın suyu taş bileziğn önündeki yalağa dökülür. Yalağın zıvana veya çeşmesinden elini tutarak içilirdi. Hayvanların içmesi içinde ayrıca yapılmış büyük yalaklar olurdu .Onlarda oralara dökülen suyla sulanırlardı.Kırlardaki çomçaksız serensiz kuyulara taşların arasına basa basa inilir, eldeki güğüm veya bardak doldurulduktan sonra geri yukarıya çıkılırdı. Son dönemde bazı kuyulara çıkrıklar takıldı. .Bazılarının ağızları kapatılıp tulumba takıldı ama çeşitli nedenlerle çoğu yok olup gittiler.
Yerden kaynayarak çıkan su kaynaklarına pınar denir. Bu pınarlardan kasabamızda çok vardır. En ünlüleri Köypınar, Akçapınar, Karapınar, Cergepınarı, Kepez Pınarı, Soğukpınar, Yanıkpınarı, Kuzoluktur. Son yıllarda bunlarda çeşme yapma özelliğinden taban sularının azalmasından yok olma dönemi içine hızla girmişlerdir.
Bazı değerler gereksinim kalmadığından yok olurken, bazılarını biz insanların bilinçsizliği yok etmekte ya da kullanılamaz duruma gelmesine neden olmaktadır. Öyleyse elimizdeki değerleri korumasını bilelim. 07.02.2007          

YİTİRİLEN DEĞERLER- 6: EL DEĞİRMENLERİ

Un değirmenleri dışında birçok evde el değirmeni bulunurdu. Alttaki yuvarlak taş sabit. Ortasında demirden bir ok bulunurdu. Değirmenin zibeği denirdi. Buna ortası delik ağaçtan yapılmış çakıldak takılırdı. Üstteki değirmen taşı saplı olur onu bir-iki kişi tutarak döndürürlerdi. Değirmende bulgur göce veya hayvan yemi çekilirdi. Bulgur-göce çekme işi hem imece biçiminde, hem de şenlik havası içinde olurdu. Bulgur çekilecek eve genç kız ve kadınlar toplanıp aralarında iş bölümü yaparlardı. Kimisi değirmenin başında olurdu. Kimisi çalışanlara börek döşeyip bunu fırında pişirir gelirdi. Bu börek bulgurun ince unundanda olabilirdi. Kimisi de çekilen bulgur göceyi elekten geçirir yani çalkardı. Bu işler görülürken hem güncel konuların değerlendirilmesi yapılır, hem de yöremize has en güzel türküler ve heyheyler söylenirdi. Bu kadar kalabalığın okusuz konukları vardı birde: Delikanlı erkekler. Bunlar türkü ve sohbet dinlemeye veya sevdiği kızı görmeye gelenlerdi. Genellikle evin büyük erkeklerinin bilgisi olmazdı bu konuklardan. İş sona erdirilip yemek yenirken delikanlılara da verilirdi yiyecek. Makineleşme sonucu artık bu güzel değerlerde yok olup gidenlerin içinde yerini aldı.
İşte yardımseverliğin, imecenin, hoşgörünün kol kola bulunduğu güzel ortamlardan birisini daha anlatmaya çalıştım.03.02.2007          

YİTİRİLEN DEĞERLER- 5: DİBEKLER VE BOYANELER

Bulgur ve göce yapımı hazırlıklarının bir başka ayağıdır: Dibeklerle boyaneler. Büyük taşların ortasının yalak biçiminde oyulmasıyla oluşturulan dibekler kasabanın üç-beş yerinde ayakta durmaktalar. Buralar bulgur olacak kaynayıp kurutulmuş buğdayla, göcelik buğdayın dış kabuklarının ayrıldığı yerlerdir. Dibek başı olayları ve kavramı bu nedenden pek unutulmaz sanırım. Dibekte bulgurluk ve göcelik dövme işi genellikle gece yapılırdı. Nedeni hem gündüz işlerine engel olmaması, hem de gündüzün güneş sıcaklığından kurtulmak olsa gerektir. Bir kile kadar göcelik veya bulgurluk dibeğin içine dökülür. Dökülen buğdayın üzerine az su dökülüp karıştırılır. Her yanı ağaç olan tokmaklar hazır edilir. Önce yavaş yavaş hem el alıştırması, hemde buğdayların dışarılara sıçrayıp gitmemesi için vurulmaya başlanır. Daha sonra bu vuruşlar hızlı ve düzenli olarak sürdürülür. 5-6 tokmağın öyle ahenkli, sıradan ve ritmik inişi vardır ki; değme müzik yapıtlarında ve ustalık isteyen çalışmalarda bu düzen görülmez. İzlerken tokmaklar birbirine çarpacak diye ödünüz kopar. Ama onlar belirli bir sistem içinde pat pat iner kalkarlar. Anneler çalışıyor olunca çocuklara da türlü oyunlar oynamak düşer. Hele gökyüzünde bir de ay ışığı varsa deme gitsin çocukların keyfine. Çünkü gecenin karanlığında elektrikle aydınlanmış gibi gelir sokaklar çocuklara. İş bitiminde yine yemek yenilir. Yorgun ve uykulu gövdeler kendini döşeklerine zor atar ve uyur kalırlardı. Sabah kalktıktan sonra her şeyden önce dibekte dövülmüş olan bulgurluk ve göcelik kalburlarla savrularak bu kabuklardan ayrılırdı. Bu kabuklar hayvanlara yem olarak verilirdi. Göceliğin savrulma işlemi bitirildikten sonra çeşmelerde veya çayda yıkanıp dambaşılarda iyice kurutulurdu. Artık içindeki taş, ot tohumu, burçak vb yabancı maddeler tepsi içinde veya senit üzerinde atlanırdı. El değirmenlerinde çekilip pilavlık bulgur veya dolmalık-tarhanalık göce durumuna getirilirdi.
Boyaneler bulgurluk ve göceliğin kabuklarını ayırma işleminin hayvan yardımıyla yapılan biçimidir. İnsan beli seviyesinde örülmüş duvarın üstüne değirmen taşına benzer taş dönecek ve buğdaylar dışarı dökülmeyecek biçimde set yapılırdı. Yükseltilmiş set içinde değirmen taşı tekerlek biçiminde oturtulmuş, ortasından bir ok geçirilmiş, oka koşulan bir eşek veya beygir tarafından döndürülürdü. Hayvanın arkasında bir çocuk veya büyükte durmadan dolaşır dururdu. Kanal içine dökülen buğdaylar az sulandırılır, hayvan döndüğünü bilmesin diye gözleri bağlanırdı. Kabukları çıkarılan buğdaylar elek ve kalburlarla savrularak bu kabuklardan ayrıldıktan sonra içindeki taş, ot tohumu, burçak vb yabancı maddeler tepsi içinde veya senit üzerinde atlanırdı. Bundan sonrası artık el değirmenlerinde çekilip bulgur, göce yapılması işlemiydi.
İşte şurada-burada gördüğünüz dibekler ve boyaneler ter, yorgunluk, yardımseverlik, dayanışma örneklerinin geçmişten gelen tanıklarıdırlar. 30.01.2007          

YİTİRİLEN DEĞERLER- 4: DEĞİRMENLER( deymenler)

Değirmen yıkanıp kurutulan buğdayı un yapmak için su ile çalışan o günün fabrikasıydı Çevre kirliliği gibi bir toplumsal kötülüğü yoktu. Arktan gelen sular oban denilen ağaçtan oyulmuş veya sactan yapılmış geniş bölüme girerdi. Obanlar yukardan aşağı doğru meyilli yerleştirildiğinden su hızlı iner aşağıdaki çarka çarpıp döndürürdü. Çarka bağlı olarak değirmenin üstteki taşıda dönerken yukarıdaki depodan inen buğdaylar alttaki sabit taşla arada kalıp un olarak aşağıdaki depoya oluk yoluyla inerdi.
Su değirmeni söz konusu olunca en eskisi Kırdıların değirmen. Ben onun çalıştığı dönemi bilemiyorum. Ancak yıkıntıları piknik yerinin altında köy önü tarafında şu anda bile belli .Diğeri Arapların değirmen. Onda buğday öğüttüm. Buğdayın dökülüşünü, taşların dönüşünü, unun akışını, çuvallanışını eşekle taşınışını gördüm ve uyguladım. Obana suyun girişini ve aşağıda çarklara çarptıktan sonra köpürerek çıkışını ilgiyle, korkuyla ve hayranlıkla çok kereler izledim. Şimdi yalnızca bazı duvarları kalmış olan bu değirmenin yıkıntısının yanından geçerken çalıştıran değmencilerden rahmetliler Ahmet Bey Amca ile Hacı çobanların Mehmet Amcayı oralarda görür gibi olurum. Ayrıca kısaca dağ değmeni diye adlandırdığımız Taşoluklu değirmenler vardı. Onlara bir iki kez gittiğimden fazla anım yok. Bir keresinde öküz götü meyvesini sen-ben yiyeceğim diye birisiyle döğüştük. Bir o kalmış usumda. Daha sonra motorla çalışan değirmenler köyün içinde Kocakafaların ve Gemliklinin evin altına kuruldu. Çevre köylerin gereksinimlerini bile karşıladı yıllar boyu.
Buralarda öğütülen unlar kepekli olurdu Bugün kepekli ekmek ayrıcalık gibi. O gün herkes kepekli ekmek yiyordu. Bitkilerde ilaç yoktu. Hormon yoktu. Yenilenlerde katkı maddesi yoktu. Onun için mi daha sağlıklıydılar acaba? 26.01.2007           

YİTİRİLEN DEĞERLER- 3 :ÇAYDA DENE YUMA

Bizim çocukluğumuzda harmandan getirilen buğdayların bir kısmı tohumluk olarak veya evin gereksinimleri için ayrılırdı. Geriye kalan kısmı bulgurluk, göcelik ve değirmenlik olmak üzere yıkanırdı. Çeşmelerde sıra almanın zorluğu nedeniyle çoğu aile bu işi Ilıcanın yukarı bölümündeki çay boyunda yapardı. Kağnılara, arabalara-öküz, at- yüklenen buğdaylar çayın kıyısına getirilirdi. Çayın içine bir haba serilip su ile gitmesin diye kıyıları küçük taşlarla bastırılırdı. Alt tarafına kalbur konup üst tarafından da yeteri kadar su ayarlandıktan sonra habanın üstüne deneler dökülürdü. Suda yıkanan deneler boşluğa serilen bir başka habanın üstüne avuç avuç çıkarılırdı. Burada suyunu süzdükten sonra çuvallara doldurulup un olacaklar Göksekiye serilip kuruyuncaya kadar beklenirdi. Çoğu geceler başında yatılırdı bu sergilerin. Bulgur yapılacaklar evin yanına götürülüp hazırlanan kazanlara paylaştırılırdı. İçine yeteri kadar su eklendikten sonra kazanların altı ateşlenir ve buğdaylar kaynatılırdı. Genelde her evin yakacak derdi olduğundan bu kaynatma işi afıyan çığı veya önceden kesilip getirilmiş sığırkuyruğu bitkileriyle olurdu. Kaynatılan buğdaylar artık sıcak bulgurdu. Mahallenin büyük-küçük tüm bireylerine tattırılmaya çalışılırdı. Sahan dediğimiz kalaylı bakır tabaklar içinde sunulan bu sıcak bulgurları atıştırmak insana ayrı bir tat verirdi. Kaynayan bulgur dambaşıya çıkarılır ve iyice kuruması sağlanırdı. Kuruyan bulgurlukar dibeğe veya boyanelere götürülüp dış kabuklarından ayrılırdı.
Sıcak bulgur dağıtımı GÖREN GÖZÜN HAKKI VARDIR deyiminin yaşama geçirilişinin en güzel kanıtı gibi gelir bana. Düşündüğümüz ve uygulamaya koymaya çalıştığımız küçük imecelerin temelinde yatan düşüncede bu mu dersiniz? 19.01.2007          

YİTİRİLEN DEĞERLER- 2: KERPİÇ

Kerpiç, duvar örmek için kullanılmak üzere tahta kalıplara dökülerek güneşte kurutulmuş balçıktır. Bir çeşit pişirilmemiş tuğla gibidir.
Kasabamızda Kerpiç Yapımı ve Kullanımı
Kerpiç yapılacak toprak, Gökseki’nin su arkına yakın yerinden yeteri kadar kazılırdı. Kazma işinde koca çapa dediğimiz bir yanı balta ağzı gibi keskin, diğer yanı kazıcı ile sivri dediğimiz bir yanı delici, diğer yanı kesici aletler kullanılırdı. Su arkına yakın kazılmasının nedeni kerpiç çamuru hazırlanırken suyu taşıma zorunluluğundan kurtulup akan suyun önünün böyenmesiyle toprağı çamur haline getirmekti. İçine yeteri kadar saman atılarak karılan çamur birkaç gün alıştırıldıktan sonra çocuklara bayram havasını aratmayan çiğneme günü gelirdi. Çamur sahibinin evinin bireyleri ile mahallenin çocukları orada olurdu. Herkes pantolonunu donunu dizlerinin üstüne sığar, içine saman karıştırılmış çamuru çiğnemeye başlardı. Bu işte en rahat olanlar ayağında pantolonu olmayan küçükler olurdu. Fistanlarını bellerine kadar toplar ve çamurun içine dalarlardı. Karışım ayakla çiğnenip ezilmek suretiyle çamur haline getirilirdi. Çalışmalar sırasında çamurun içine düşülür. Çocuklar birbirlerinin yüzüne üzerine sulu çamur sıçratır ve atarlardı. Bu işe çamurun özlendirilmesi denirdi. Çamurdan çıkıldığında çalışmaya katılanlar çamurlu el, ayak ve urbalarını olabildiğince akan sulama suyunda temizlerlerdi. Biz çocuklar için asıl şenlik yeni başlamış olurdu. O güne özel hazırlanmış yemekleri görünce yorgunluğu çamuru unutur gülüş çığrış büyük bir gürültü ile karınlarımızı doyururduk Yeterince bekletilen çamur kerpiç yapılacak duruma gelirdi. Bunun için hazırlanmış iki tür kalıp olurdu. Evlerin dış bölmeleriyle dam-samanlık çatmakta kullanılacaklar büyük kalıpla, ara bölme çatkısında kullanılacaklar küçük kalıpla dökülürdü. Yine aile bireylerinin hepsi ve yardımcı komşularla Gökseki’nin çamura uzak olmayan bir yerine yerleşilirdi. İki su kovasına doldurulan sularla kalıp ıslatılırdı. Her kalıbın başında bir sucu, bir kalıp çekici, bir paçavrayla kalıp silici, tahta tezgene ile iki kişi çamur taşıyıcı, bir kişi doldurucu ve yedekleri bulunurdu. Gelen özlendirilmiş çamur tahta bölmelerden yapılı kalıplara dökülürdü. Çamur, kalıplara döküldükten sonra iyice sıkıştırılırdı. Bu sıkıştırma yapılmazsa kerpiç zayıf olurdu. Sıkıştırılan çamurun üstü düzgünce bir tahta ile düzeltilir ve fazla çamur da atılmış olurdu. Yine ıslatılmış paçavralarla üzeri silinerek kerpiç üstü parlaklaştırılırdı. Çamurun kendini tutabileceği süre sonunda kalıp üstten çekip çıkarılırdı, çamur düz bir yerde kalırdı. Sonra kesilen kerpiçler güneşte bırakılırdı. Kerpiçlerin her tarafının kuruması için güneşe bakan yüzleri zamanla değiştirilerek çabuk kuruması sağlanırdı. Böyle böyle kerpiçler güneşe serilmiş olurdu. Üst yüzleri kuruyunca bir yanına çevrilerek sırasıyla her yanları kurutulurdu.
Kısacası beş-altı günde havanın güneşli olması durumuna göre kerpiç kesimi bitmiş, kerpiçler kullanıma hazır duruma gelmiş olurlardı. Anlaşılacağı gibi bu işin yapılması yağmur mevsimine denk getirilmemeye çalışılırdı.

Kerpicin Özellikleri
-Kerpiç, ortamın nemini dengeler Çoksa alır, azsa verir, nemi insan için en uygun düzeye getirir. Rahat soluk alınır böyle bir odada, rahat uyunur
-Nem belli yüzdeyi aşmadığı için, börtü böcek yaşamaz bu ortamda.
-Kerpiç, havanın kirliliğini alır. Örneğin, sigara içiliyorsa nikotini çeker. Havayı temizler.
-Kerpicin elde edilmesi için en az enerji tüketilir.
-Kerpicin radyoaktivitesi yoktur.
-Kerpiç doğayı kirletmez, onun kan dolaşımı içindedir.
-Kerpiç, yapı yerinde üretildiği için taşınım gideri yoktur.
-Kerpiç ahşabı korur.
Önceleri kerpiç evlerde oturup da sonradan yenilik, kolaylık adına tuğla evlere geçmiş olanlar durumlarından yakınıyorlardı: “Her yanımız ağrıyor, sızlıyor, bu evlere geçeli!”
Kerpiç aynı zamanda rutubetlenmeyi önlediğinden bununla yapılan evler daha sıhhi olur, oturanlarda romatizma pek görülmez.

Kerpicin Örülmesi
Tıpkı tuğlada olduğu gibidir. Alta örülen sırayla üste örülen sıranın derzleri üst üste gelmemelidir. Bir başka deyişle, kerpiçler birbirini ısırmalıdır. Eskiden “analı kuzulu” denildiği gibi, bir büyük (26×26 cm, ana) bir de küçük (26×13 cm, kuzu) kullanmaya da gerek yoktur. Evin bölmeleri arasına ağaçla bölmeler yapılıp aralarına çamur kullanılarak örülen kerpiç duvarların sağlamlığı sağlanırdı. Üzeri çamurla sıvanır ve daha sonrada bunun üzerine badana yapılırdı. Geliştirilmiş durumu alçı-kerpiç çamuru karışımı ALKER adıyla kullanılmaktadır.
Bu yazıdan amacımız kerpici savunmak değil oradaki yaşama sevinci ve imece çalışmasını sergilemektir. 18.01.2007      

YİTİRİLEN DEĞERLER -1:GÖKSEKİ

Kasabamızın dilinde çok güzel bir sözcük var. Gökseki. Güncel Türkçe sözlüğü inceledim. Verilen beş anlam içinde kasabamızdaki sürekli yeşil kalan anlamı yok. Kasabanın ataları bir sıfatla bir adı birleştirerek güzel bir sözcük bulmuşlar. Bunuda köylerinin güney ucundaki yeşil alana ad olarak vermişler.
Gökseki nedir? Ev yapacak olana kerpiç ocağıydı. Çobana göre hayvanların evden kurtulduğu yerdi. Çocuğa göre -çelik, top, saklambaç, uçurtma-alanıydı. Çiftçiye göre gece hayvanların dinlenme ve beslenme yeriydi. Gençlere göre gezinti yeriydi. Genç kadınlara ve kızlara kız hamamına giderken ve gelirken oynayıp heyhey çekme yeriydi. Analara göre sergi-Ilıcanın yukarı taraflarında yunan değirmenlik veya bulgurluk buğdayların kurutma- yeriydi. Kısacası çok programlı, çok da güzel bir kullanım alanıydı.
Yukarıda sayılanlar son 15 yıla kadar olan özelliklerdi. Pekiyi ne oldu? Parsellenip arsa yapıldı. Gökseki’nin kendisi kayboldu yalnızca adı bugüne ve geleceğe kaldı. Çokça arsa gereksinimi olmayan kasabamızda buranın arsa olması gereklimiydi? Kişisel düşüncemi sorarsanız Harmanaltı mevkisindeki verimli tarım arazilerinin arsa yapılması kadar gereksizdi.
Bunu yapanlar ve yapılmasına türlü biçimlerde destek verenler gönül rahatlığı içinde durabiliyorlarsa denebilecek sözde kalmıyor zaten. 16.01.2007            

MANİLER  ve TÜRKÜLER

Kaynak:Eşe AYÇAKAL*** Derleme: Veli EŞME

Ak sıkmalar geyersin

Kime boyun eğersin

Eğme oğlan boynunu

Buban seni eversin

 

Kistine gömdüm ocağa

Patladı gitti bucağa

Ne duruyon orada

Galgı da gel buraya

   

Arpalar fildir yarim

Ağlatma güldür yarim

Sen orada ben burda

Gönüller birdir yarim

Guşanenin gapağı

İçi dolu yapağı

Biz bir gelin alıyoz

Ak havlanın topağı

   

Goca çeşme harlayo

Tülü tırpan yağlayo

Tülü’yü de sorarsan

Ayşe… deye ağlayo

Koyunları akışır

Çobanları bakışır

Koyun güden yarime

Ne keydirsen yakışır

   

Gaynanam oluverse

Dolmayı sarıverse..

Yemeden ölüverse

 

Köprünün altı diken

Yaktın beni gül iken

Mevlam da seni yaksın

Üç günlük gelin iken

   

Goca çeşme şarlayo

Güğümleri parlayo

Nuh Köyü’nün gızları

Goca deye ağlayo

Iraftaki zinile

El vurmadan inile

Askerdeki yarimin

Gulakları çinile

   
Kara tren kayda gel
Askerini say da gel
Yarim benim küçücük
Guy trene al da gel

Trenin bacaları
Gündüzdür geceleri

Güzel güzel kızların

Ben olsam gocaları

(Ellemen gelinleri eskerdir gocaları)

   

Tren gelir kışladan

Direkleri vişneden

Kemal Paşa değil mi

Gelinleri neşelendiren

Yunan aldı hırkamı

Giyemedim sarkamı(urba)

Yolla İsmet(Paşa) yarimi

Biçemedim tırpanı

   

Goca inenin yurdusu

Nerde yarin ordusu

Bu gecede gelmezsen

Beklemecen doğrusu

Enterisi çil yeşil

Çayda kumlar gaynaşır

Yatmış yarin dizine

Cıvıl cıvıl söyleşir

   

Enterin dikildi mi

Şeriğin çekildi mi

Söyle deyusun gızı

Dillerin dutuldu mu

Bu dağları delik delik delerin

Galbır alır toprağını elerin

Yarim koyun ben kuzu

Ardı sıra melerin

   

Mektup yazdım garadan

Dağlar kalksın aradan

Ne güzel de yaratmış

İkimizi yaradan

(Bu dağlar kalkmayınca

Eremeyiz murada)

Dambaşı da kediler

Miyav miyav dediler

İki ninem bir oldu

Bir dedemi yediler(öldürdüler)

   

Çadır gurdum

Akçaşer’in(Kumalar’ın)düzüne

Sızı girdi dizlerimin(yüreğimin) bağına(içine)

Varın söyleyin jandarmanın yüzüne

(Ünnen-çağırın gelin Beygircioğlu dürzüye)

On beş sene az geliyo gözüme

Kumalar’da bir topucuk kar idim
Yeller esti ılgıt ılgıt eridim
Evvel yarin kıymatlısı ben idim
Şimdi karşılardan bakan ben oldum
   

Tirene binemedim

İzmir’e inemedim

Elimin gınasıynan

Geriye dönemedim

Tiren yolu bu muydu

İçi dolu su muydu

Yolla yarim bir mektup

Ediceğin bu muydu

   

Koyun gelir guzusuynan

Ayağının tozusuynan

Ben koyunu güderin

Ardı körpe guzusuynan

Koca çeşme harlayo

Tülü tırpan yağlayo

Kenefi de sorarsan

Ziğim ziğim ağlayo

   

Tülü binmiş kır ata

Cebi dolu mazmata

Etme Tülü daveyi

Bizim işler horata

Yelek diktim geymedi

Diktiğime deymedi

O senin gavur anan

Seni bana vermedi

   

Yeleği basma yarim

Darılıp küsme yarim

El ağzına bakıp da

Selamı kesme yarim

Dam başının tozuyum

Ben kurbanlık guzuyum

Tutma Ahmet kolumdan

Ben candırma gızıyın

   

Menevşe biçim biçim

Ağlarım için için
Millet bana düşmandır
Seni sevdiğim için

Entarisi mor gumaş
Kolları gulaş gulaş
Sen de beni götcesen
Bizim köşeyi dolaş
   
Armıt dalda beş olur
Yere düşer keş olur
Ben sana yandığımdan
Alem bize küs olur
Enterini ben diktim
Sen ünnedin ben gittim
Köyde güzel ben miydim
Gözünü bana diktin
   

        TÜRKÜ
Evleri demir yolunda
Altınları boynunda
Kız seni alır giderin
Dayının huyunda

 

***
Mektup yazdım acele
Al eline hecele
Mektup yarin bedeli
Guy goynuna gecele

 

 ***
Dere boyu giderin
Gara(kara) koyun güderin
Arkadaşım kız olsa
Ben goyunu güderin

 

***
Evleri demir yollarında
Altınları boylarında
Kız seni alır giderin
Melek mi(cinli mi) var soylarında

Bağa vardım budama
Kilit aldım odama
Gücücükten evlendim
Sarılıp da yatmaya
 
Candırma çavuşuyun
Yol verin savaşayın
Beni candırma  sanma
Askerde yüzbaşıyın
 
Ocak başı duz daşı
Benim yarim yarim onbaşı
Olcasa çavuş olsun
Dosta düşmana karşı
 
   
SÖZLÜK: Narşifen: Bakır veya alüminyumdan su bardağı Timin: 18’lik 1/8’i buğday ölçüsü Tülü ve Kenef: Köyden kişi lakapları Ziğim ziğim: Tiz sesli,gözü yaşlı      Horata: Şaka
   

(Kaynak: Bakiye ÖZEL)

Dama vurdum gazmayı
Al başımdan yazmayı
Anandan mı öğrendin
Gostak gostak gezmeyi
Bahçelerde gerdime
Gel yardıma yardıma
Sevmediğim oğlanlar
Hep düşüyor ardıma
   
Cami ardının gazları
Yeşil yeşil gözleri
Ne de güzel oluyo
Bizim köyün gızları
Ütü ütüye benzer
Ütü masada gezer
Benim sevdiğim oğlan
Tarık Akan’a benzer
   
Gara gara gazanla
Gara yazı yazanla
Cennet yüzü görmesin
Aramızı bozana
Mor goyun melemesin
Mor menevşe yemesin
Sevdiğini almayan
Ben evlendim demesin
   
Elmayı alay vedim
Dibini belley vedim
Sevmediğim o(ğ)lana
Saçımı sallay vedim
Denizde gum galmadı
Balıkda pul galmadı
Söyleyceğim çok idi
Kağıtta yer galmadı
(Ağzımda dil galmadı)
   
Garşıda durup durma
Boynunu burup durma
Alacaksan al gayri
Ma(ha)na  bulup durma
Denize dalayım mı
Bir balık alayım mı
Koca köyün içinde
Ben yarsiz kalayım mı
   
Kuyuya gova saldım
Kendisi dolsun diye
Yarime mektup yazdım
Hatıra olsun diye
Ermenidir bu insan Ermeni
Kaşı gözü inadına sürmeli
Güzelleri dane dane sarmalı
Çirkinleri diyar harbe sürmeli
   
Karyolanın yayları
Ben sayarım ayları
Yarim gelecek diye
Hazırladım çayları
Kiremit kiremit gezerim
Kiremitleri ezerim
Çok konuşma gaynana
Kumpül gibi ezerin
   
Bahçelerde börülce
Oynar gelin görümce
Oynasınlar bakalım
Bir araya gelince
Bahçede iğde midir
Dalları yerde midir
Her gördü(ğü)nü seversin
Sendeki miyde midir
   
Fasulyeyi haşladım
Toprak tenceresinde
Gel yarim konuşalım
Mutfak penceresinde
Ayşe taşta oturur
Oğlan evi lokum getirir
Yeme Ayşe lokumu
Oğlan seni götürür
   
Karyolanın demiri
Babam verir emiri
Eğer babam vermezse
Kaçmak Allahın emri
Hopile hopile
Bıyıkları yok bile
Senin gibi oğlana
İsli mendil çok bile
   
Kapılarda numara
Yar oturmuş gumara
Şimdi şur dan geçecek
Sağ elinde cığara
Dambaşında ot olur
Soğuk vurur kötü olur
Bize laf söyleyenlerin
Biraz aklı gıt olur
   
Altın oklava derler
Nuh köyü toprağı derler
Kimse bize çıkamaz
Yaka kekliği derler
Kaynanam gabak gibi
Görümcem şebek gibi
Damat beyi sorarsan
Vitrinde böbek gibi
   
Vişne dalı eğilmiş
Eğilmiş de yer(e) değmiş
Biz ün(i)vers(i)tede okuyoz
Zararımız kime değmiş
SÖZLÜK:  Tırkaz: Sürgü(Kapıyı tırkazla). Hırsız içeriden olursa kapı tırkaz tutmaz. 

www.nuhkasabasi.com/kulturyasam.htm

KOYUNLU

Haziran 13, 2008

KÜLTÜRÜMÜZDE YAZMA DİĞER ADIYLA YEMENİNİN ÖNEMİ

Beldemiz Koyunlu’da yemeni(yazma)eskiden “çit” olarak söylene gelen, baş örtüsünün kültürümüzde yeri oldukça farklıdır.Yemeni önceleri köyde bulunan bakkallar tarafından temin edilerek satışa sunulurdu.. İstanbul kapalı çarşıdan, küçük İstanbul diye tabir edilen Kayseri’den “O.P. “damgalı polyester yemeni gelirdi.Sandık yazması, ince yazma diye bilinen genelde ibrişim oyalı Bursa’dan çarşılardan alınırdı.İstanbul dan ince pamuklu dokuma Kalem marka kağıt içi denen Ermenistan uyruklu vatandaşlarımızın kalıp baskı ile yaptığı yemeniler getirtilirdi.Günümüzde bu eser denecek değerdeki bu yemeniyi el baskısı kalıpla çalışılan yemenileri yapan ustalar vefat edince, ardından bu yemenileri yapan sürdüren ustalar olmadı.İnce yazmanın saklanması ince yatkın olması nedeniyle,dayanıklılığı azdı.Yine de ta o günlerden bu günlere dek saklanıp muhafaza edilmiştir.Sandık lekeleri oluşsada, yemeniler bir nadide eser değerinde, gözü gibi bakıp, saklar genç kızlarımız, annelerimiz, ninelerimiz…Kelimenin tam anlamıyla yazma deyince; akan sular dururdu.Daha sonraki yıllarda yine İstanbul kapalı çarşıdan “Özgürel” yazma çıktı.Genel de aynı desen çiçeğe renk değişik pamuklu ince dokumalı, yazma satılmaya başlandı.Ardısıra “Özgürel 6 renk” ipek yazmayı çıkarınca rağbet ipek yazmaya çoğaldı.Daha önce bakkalarda satılan yemeni elden, evde satılmaya başlandı.Derken; yazma çıkaran, diğer markalarda satılmaya başlandı.Günümüz de artık düğün olan evlerin önünde kına günü seyyar arabayla satılıyor.Yaz mevsiminde diğer illerden gelen halk, yemeni alıp eşine dostuna hediyelik veya satmak amacıylada götürürlerdi. Diğer sektörler gibi yazmacılıkta zaman içerisinde gelişerek teknojinin nimetlerindende faydalanarak, günümüze taşındı.

Cumhuriyetin ilk yıllarında belediyeliğe kavuşan kasabamızın bakkallarında zengin çeşiti müşteriye sunardı.Çevre köylerden dahi eşeklerle Adırmusun’a alışverişe gelirler basma, kaput bezi, yemeni gibi ihtiyaçlarını almaya gelir.Gelirkende elma, yoğurt,fasulye,meyva yetiştirdikleri ürünleri bakkala bırakır, bazen takasla alışverişlerini sürdürürlerdi.Çok eski olmamasına rağmen Fertek ten kasabamızın hamamını tercih eder. Hamama gelir, ardından yazma satan dükkana veya eve uğrayıp yazma almadan gitmezlerdi.Ekseriya müşteriler; Fertek,Fesleğen,İlHasan,Hançerli den gelirdi.

Diğer köylere tanıdık vasıtasıyla, elden satış sağlanırdı.Ulaşım zorluğu, birazda içe dönük , dışarı açılım olmadığından olacak.Yemeni oyası deyincede hiç bir köyün örtünme ve yazma takma şekli birbirine uymazdı.Mesala;Fesleğen boncuk oyalı genellikle, Nevşehir de örtünülen tarzda boncuklu, tülbent yada yazma örterlerdi.Adurmusun’da boncuk oyası ender örtünülür, tülbentte doğum yapan “lohusa” kadınlar örterdi.Kız çeyizinede bu amaçla, namaz tülbenti, mevlüt baş örtüsü adıyla tülbent ;tığ,mekik, boncuk,firkete, iğne oyalı… hazırlanırdı.

Koyunlu’da genç kızların dünde, bugünde saçlarının kahküllerini, perçemlerini çıkarıp taktığı oyalı yazmalar göz dolduruyor. Kasabamızda genç kızlarda yemeni, yaşmak dolama şeklinde bağlanır.Yeni gelinlerde “gayseribaşı” diye adlandırılan bordo keçeden yapılma ön kısmı altın renginde paraların dizili olduğu , boncuk işli özel kepin üstüne örtülürdü.Yaşlılarımızda ise iki yemeni üst üste değişik tarzda bağlanırdı.İlk yemeni ince seçilir genelde oyasız dastar derlerdi.Başörtü gibi üçgen tutulup bağlanır, baş üstüne götürüp düğümlenirdi.Üzerine ikinci yemeni serbest bir şekilde koyup kare olarak yayılır iki ön ucundan arkaya atılır veya düğümlenirdi.Saç örümleri öne düşer.Dulukları(şakakları), fırıç denen saçlar, kulakları, gerdan kısımları bariz görünürdü.

İlk yemeni motifleri ortalı denen bütün desen, çok ender güzel kenar desenler.Birde kolanlı denen bordürlü desen vardı.İlk zamanlar genelde goyallı(bordo), garalı,(siyah)samanili,(açık sarı )şekerengi (kavun içi)tercih edilirdi.Yazma renklerininde yerinde önem ifade ederdi.Yeşil yazma evlenirken dolama diye tabir edilen baş bağlamak için alınırdı.Kırmızı yazma lohusa iken örtmek amacıyla bulundurulurdu.Yemeniler genelde gelin kıza götürmek için çokça alınır, yada gelinkızı hazırda olan bulunduğu zamanda kına varsa kınaya giydirip eşe dosta,akraba,komşuyada haber verip gelin kızı için alırdı.Günümüzde hala aynı gelenek sürdürülmektedir.Kızının çeyizine, dürüye koymak için yerine göre kalitesini ayarlardı.Bağ yaprağı, gülü desenindeki yazma çokça bulunur ucuzluğundan hediyelik , gönül almak için tercih edilir, fazlaca rağbet edilmezdi.

Yaklaşık on yıl evveli kınalara defçi tutulurdu.Borr17;da ikamet eden defçi Sultan en gözde defçiydi.Kör Ali Osman,Analı kızlı,Heykel lakabıyla bilinen defçileri durumu iyi olmayanlar tutulur yada defçi Sultan önceden tutulduğu için mecburen tutulurdu.Gelinkız Sultanr17;ın defi gümbür gümbür çalışıyla;aslan Mustafa’m,vur zilleri,çek deveci,yıldız,Konya’lım,Adana’lı,şu silleden gece geçtim,bağlar gazeli,dağlar kızı Reyhan, Mevlana, çilli bom … gibi parçalar eşliğinde Konya kaşıklarıyla veya ellerini şıklatarak karşılıklı oynar.Kayınvalide defin içine bahşiş atardı.Bir çeşit ticaret yapılır bir çok kişi dolaylı yoldanda olsa ekmek yer, kazanç sağlardı.

Gitgide zamanla yazma kültürü gelişerek oyalarla zenginleştirildi.Genelde Tosya,Tokat,Bursa gibi şehirlerde iri iğne oyaları yapılıp örtülür oldu.Türlü türlü rengarenk tığ oyaları yapıldı yemenilerin kenarlarına.Büyüyen, yetişen genç kız hemen başına yazmayı örterdi.Dışarı memlekettede otursa dahi yazın geldiğinde illa başına yazmayı takardı,takmadığı takdirde çevreden ayıplanırdı. Kapalı olup mesture giyinen hanımlar haricinde, genç kızlar yazma takmamaya başladı.

Kültürümüze, değerlerimize, adetlerimize sahip çıkalım, yaşatalım, geleceğe aktaralım.

(Düğün)

Düğünler için genelde yaz aylarına göre önceden program yapılır.Pazar gününün tatil olması nedeniyle düğün tarihleri bu güne göre ayarlanmaya çalışılır.Eskiden Çarşamba,Perşembe olurdu.Düğün bayrak dikilmesiyle başlamış demektir.Çarşamba gün danışık denilen akşam erkeklerin toplanıp çavuş seçip keyhayı,bayraktarı seçerek, iştişarede bulunurlar.Düğünde hizmet edecek çavuş kahveleri dağıtır.Asayiş dahil çalgıcılara, misafire servis, bayrağı çaldırmamak gibi işlerden sorumludur.

Ertesi gün bohça günü yapılır.Kız evinden oğlan evine haber verilerek öğle üzeri bohça götürülür.Oğlan evi komşularını, akrabalarını bohçamıza buyurun diye davet eder.Önceleri bu işi okuyucu kadın tutulur, onlar kapılara giderek çağırırdı.Onlarda gelen kadını boş çevirmez yiyecek veya giyecekle boş göndermezlerdi.Bohçaların yanısıra tepsi ile baklava,çiçek, dürü diye bilinen hediyeler bohça içinde kırmızı kurdelelerle süslenerek bir kaç kişi götürülür.Damadın elbisesi özel hazırlanan işli örtüyle örtülür.(Şimdilerde damadın eşyaları bavulla götürülüyor)Bohçayı getirenlere oğlan evinde, düğün sahibi bahşiş verir.Bolca büyük tencerelerde yemekler hazırlanır.Genelde sulu yemekler yapılır.Yaz ayı olduğu için çorbalardan yoğurt çorbası etli bamya, etli fasulye, sulu köfte, yaprak sarması,et kavurması, pilav, tatlı olarak baklava,üzümlü… meyvalardan kavun, karpuz,üzüm ikram edilir.Ev sahibinin durumu, tercihine görede değişir.Daha sonra düğün havası başlasın diyerek def çalarak yada müzik setinde teyip çalarak gençler oyun oynar eğlenir.Gelen dürüler açılarak birbir sayılarak gelen misafirlere gösterilir.Damadın ayakkabısı,terliği elbisesi,tıraş takımı,parfümü, tesbihi, havlusu, seccadesi diyerek sesli bir biçimde bir yenge tarafından bohçalar açılarak sergilenir.Kaynatanın, elbiseliği, gömleği,seccadesi, havlusu kaınvalide elbiselik kumaşı, yeleği, işli seccadesi, namaz tülbenti, iğne oyalı yemenisi, dantelli havlusu, ilifi sırayla sayılır.Eğer annenne, babanne varsa onların hediyeleri.Bohçalar ayrı ayrı açılıp, birer birer sayılır.Önceleri amcalara,dayılara, halalara dürü hazırlanırdı.Halende bu göreneklere uyan devam ettiren var.Damat bohçası daha özenlidir,beyaz iş , dantelden, saten incili işli albenisi olan bohçalar seçilir.Hayırlı olsun, uğurlu kademli olsun… gibi hayır dilekleriyle, dağılır misafirler.

Kına günü;

Kız evinde telaş kuaföre gitme hazırlığıyla başlar.Gelin başı yapmak, düğüne katılan yakınların kızları ile birlikte kuaföre Niğde ye gidilir.Öğle vakti geldiğinde kuaförden gelen geline, yemek yedirilir.Oğlan evinden r1;benek atmar1;için gelirler.Kapı önünde müsait bahçede, oğlan evinden
kız evinden akraba, hısım toplanır.Takacakları hediyeyi vermek için.Gelin çıknca üzerine al örtülür.İlk etapta yeşil bağlama, ele kına yakma geleneği uygulanır.Ağzı dualı, evli bir kadın yakının bir tanesi yeşil olmak üzere yemenileri okuyarak başından dolandırır.Daha sonra yeşilini alın üstüne bağlar bu bağ sandıkta saklanır, çözülmez.Başı bozulmasın diye, böyle inanılır.Usuleten eline sadece sağ elinin avuç ortasına kına yakılır.Gelin eline açmaz.Kayınvalide bunun üzerine ya para yada altın avucuna bırakınca açar.Üç ihlas, bir fatiha okunur dua edilir.Hayırlı bir izdivaç olması için temennide bulunulur, hep birlikte amin denir.Bir tepsi veya defin içine oğlan evinden başlayarak takılacak hediyeler verilir.Bu işi üstlenen yakınlardan bir kadın bağırarakr1; kayınvalideden altın bilezikr1;diye eliyle gösterek tepsiye bırakır.En yakından başlayarak en komşu, ahbabların hediyesi verilir.Bunlar genelde lakaptan tanındığı için filandan on milyon diye ifade edilir.Oğlan evi bitince kız evine başlanır araya karışmasın diye bir havlu serilir.Kızın annesinden başlayarak varsa abisi, ablası, amca,dayı,hala,teyze, tanıdıkların hediyesi toplanır.Oğlan evi, kız evi birlikte toplanan parayı sayarlar. Duruma,anlaşmaya göre para,altınlar evlenen çiflerin ihtiyacı için saklanır.Takılan zinetler kıza takılır.Merasim bitince oğlan evi evine gider.(Önceleri def eşliğinde gidip, gelinirdi.)

İkindi vakti olunca kız başında alı olmadan yanında kız arkadaşlarıyla sandelyelere kınaya oturur.Nişanlı “gelin kızı “olan kayınvalideler – gelin kızı kınaya giydirdik, diye komşu, akrabalara duyururlar.Kınaya giyen gelinlere yazma(yemeni)atma adetini yerine getirirler.Kınaya gelen çağırılan kişiler bir yemeni alarak oyuna kaldırılan kız bir süre durup ayakta başının üzerine yemeniler bir bir atılır.Kayınvalide daha çok atar, üzerine elbiselikte en üste gelecek şekilde istifler.Kayınvalidenin yemenileri iğne oyalı, sandık yazması,ince yazma ibrişim iğne oyalı, oyasız günün yazmasından (özgürel, kalem marka)bir demet olur.Yemeni İstanbul kapalı çarşısından gelen yörede itibar edilen yemenilerdir.Gelin kızı oynayan kayınvalide defçiye bahşiş atar.Yeni evli gelinlerde başına kayseribaşı koyulur üstüne siyah tokalarla iğne oyalı şifon mevlüt başörtüsü, tül, kadife(çingil)çiçeğiyle duvakla süslenir.Kınaya gelirken iki eliyle büyükçe bir örtü alır.Sadece bunun için kullanılan dekorasyonu güzel antika, geleneksel örtüdür.Çok renkli bir görüntü arzeder adeta bir gelinciği andırırlar.Gözlerinde sürmeler, ellerinde kınalarla…Bugün Beypazarında hala satılan, kullanılan özel örtü.Akşam kınasına geliniyorsa “löküz” denen küçük tüplü aydınlatıcıyla gelinirdi.Yeni gelin geliyor diyerek merakla görmek isterdi çocuklar.Halen bu gelenekler yaşatılmaya çalışılır.Davetli davetsiz köyde olan gelinler, kızlar kınaya bakmaya gelirler.Oğluna kız bakmaya anneler gelirler.Akşam yemeği vakti gelince kız evinde “kız pilavı” diye bilinen ciğerli pilav yapılır.Çok yakın olmayan misafirler dağılır.Kalan misafirler yemeğe buyur edilir.Kız arkadaşlarıyla ayrıca yer pilavı.Yere serilen büyükçe bir bez(iteği)etrafında toplanarak keyifle yerler.Kız dolanarak herkesin tabağından bir kaşık alır.

Kına yerine dönülür, kına tekrar şenlenir oynanır.Oğlanevi damat, keyha ile birlikte gelir.Damat ve keyha ayrıca ağırlanır.Damata tepside bozulmamış baklavanın orta kısmı özellikle ikram edilir.Damat daha sonra kına yerine gelir, eskiden yüksek yerden (dam,balkondan)gelin kızı oynatırlar, damat bakardı.Şimdiler de ise damat, gelin birlikte karşılıklı oynarlar.Bahşis para takılır.Kına yakma faslı gelince gelin kız üzerini değiştirir, başına al örterek tekrar kına yerine gelir.Geldi gelin kınası, ağlasın kız anası türküsü eşliğinde sıra ile kına türküleri söylenir.Gelin kız, anası, yakınları ağlatılır.Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar,Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.Kınayı oğlan tarafından başı bozulmamış, evli mutlu yengeler yakar. Önceden oğlan evinden gelen yazmalar bağlanırdı.Şimdi kırmızı üzeri işli özel hazırlanmış keseler takıp bağlanır.Kına yakma merasimi bitince oğlan evi her iki tarafada hayırlı olsun diyerek kına yerinden ayrılırlar.

O gece kızın akranı olan arkadaşları kızın yanında yatarlar.Kınalı eller sabaha dek yıkanmaz.Ertesi sabah kınalı, el ve ayaklar yıkanır.Kız artık ana evinde misafir konumundadır.Annesi evin horantası itimam gösterir.Halk arasında hatta çıkacak kız gibi durma, denir.Artık baba ocağından, yuvasına uçmaya beklediği gündür.

Oğlan evinde düğün merasimi;

Kız evinde bunlar yaşanırken, öbür yanda oğlan evinde damat giydirme merasimi yapılır. Yakınları,akrabaları düğün evine toplanır öğle camisinden çıkınca Kur andan süreler okuyarak
dua ederek, damat giydirilir.Damat el öper büyükler cebine harçlık koyar.Damatın koluna al,yeşil kurdele bağlanır.Daha sonra düğün merasimi kına gün öğle çalgı kurulur.Evin müsait bir yerine, bahçesine sandelyeler misafirler için hazırlanır.Önceki zamanlarda genelde Ayvazın oğlu diye bilinen çalgı grubu, cümbüşçü lakabı; kör Cavit olarak bilinen;Cavint Kılınç önceden tutulurdu.Cavit Kılınç’ın seslendirdiği parçalar;Mihrali,Gesi bağları,Şen olasın Ürgüp,Niğde Bağları,Şerif hanım,Aziziye,Kozan dağı,Kurban olayım gibi parçalardı.Bugün hala kaydedilmiş parçalarını dinleme şansı var.

(Teknoloji geliştikçe müzik kalitesi yüksek olması için ses düzenlemesi yapılır.)Çalgı çalmaya başlar eğer eğlenen gençler var ise oyun havası istek üzerine çalınır.Diğer zamanlarda dinlemeye gelen misafirleri müzik ziyafeti sunar.Zamanın hit parçalarını, bozlak, uzun hava söylerlerdi.Zahidem,bağlar gazeli gibi parçalar seslendirilir.Neşet Ertaş tan,Yıldıray Çınar dan, Ferdi Tayfur’ dan, Orhan Gencebay’ dan dokunaklı parçalar söylerler.Öyleki her çalgıcının daha güzel seslendirdiği istek aldığı parçası vardır.İstekler doğrultusunda söylenir.Eğer ezberi az ise çalgıcının bildik şeyleri söyler.Keman taksimi yine istek üzerine yerine getirilir.Tamamen bir zenginliktir düğün.Yaz mevsimi özellikle düğün için gelir yerli halk diğer illerde olanlar.

Mahalli sanatçı niteliğinde çalgı ustaları Niğde yöresinde yine genelde mahalli sanatçıların söylediği türküleri ustalıkla seslendirirlerdi.Hiç bir yerde duymadığınız kulağınızda tınısı kalan müzik yapıtlarını icra ederlerdi.Oyun havası olarak mesala;Allılar, yeşilliler,morlular,Niğde bağları,Çek deveci,Konyar17;lım,Yeşillim,aman Adana lı,Aslan Mustafam,Bulguru kaynatırlar,Sarı kız gibi oyun havaları çalarlardı.Günümüzde ise; org ve sazla söyleyenler düğünde Niğde yöresinde popüler olan Naciye,Zennube,Çilli bom,Esmer bommm,cimdallı,parçalarını çoğu zaman doğaçlama sözleri değiştirerek Koyunlu ve Niğde ye uyarlayarak söylüyorlar.Misal olarak İstanbul sokakları parçasını Koyunlu Sokakları olarak söylüyorlar.Birazda taklitçilik yapıp Ankaralı Namık tarzı söylüyorlar.Bozlaklarda Halil Erkal,Taner Olgun,Kul Mustafa gibi revanşta olan sanatçıların parçalarını repertuarına alarak, günceli takip ederek misafirlere doyumsuz müzikle ağırlıyorlar.Tam anlamıyla müzik yelpazesi sergileyerek, müzik ziyafeti veriyorlar.

Öğle vakti desti kırma merasimi yapılır.Çalgıcı eşliğinde köyün belli bir yerine gidilir orda bir yere dikilen destiye nişan edilir.Tekrar çalgı eşliğinde eve dönülür.Özellikle çalgı dinlemek için düğün evine gelen misafirler olur.Gelen misafirlere hazırlanan mezelik sofra düzülür, ağırlanır.Düğün evinin hazırladığı yaprak sarması, et kavurması , karpuz vesaireden oluşan tepsi ile ikram yapılır.Çalgılı düğün epey zahmetlidir.Fakat bazen içki işe karışınca işin seyri değişir.İstekte muhalefet yaşanırsa istenmeyen tatsızlıklar bir hiç üzerine bile kavga edilir.Öyleki bazen çalgıcıların bile işi zorlaşır.Düğün sahibinin ağzının tadı kaçar.Eğer dozu yükselirse duruma devriye gezen jandarmalar bile müdahale eder.Daha sonra tatlıya bağlanarak düğün çoğu düğün evinde sabaha dek eğlenenlerle devam eder.Saat 12 olunca jandarma bitirmeleri konusunda ikaz eder.Geleneksel yapıda eskiden gelen bir alışkanlık üzere gecede devam edebilir.Ayrıca oğlan kınası, kız evinden kına yakılıp dönen oğlanevi kadınlarında iştirakıyle eğlence tertip edilerek yakılır.Fakat Adurmusun’da bayanlar ve erkekler ayrı eğlenir birbirine karışmazlar.

Ertesi sabah bir hayli telaş kaplar oğlan evini çünkü; ogün oğlan evinde yemek yedirilir.Bakır eskiden hereni,leğen dedikleri büyük tencerelerde yemekler pişer.En az üç çeşit olarak.Genelde yazın düğün yapıldığından yemeklerden mevsime göre etli yeşil fasulye, sulu köfte,bamya, pilav,et kavurma gibi yemekler yapılır.Üzerine baklava yada kavun,karpuz, üzüm ikram edilir.Adetler yerine getirilir geçmişten, yaşadığımız günümüze dek sürdürülüyor.

Bazı kesimde tercihen “Fakıdefi” diye bir grup tutulur onlarda; ilahi,kaside, mersiye okurlardı. Yada mevlütlü düğün yapılır.Düğün dolaşacağı gün mevlüt okuyan, hocalar mevlüt ve Kur’an okur.Davetlilere yemek ikram edilir.Ekseri mevlütlü düğüne yönelen halkımızda çoğunlukta. Tercih meselesi,her iki şekildede gençlerin izdivaçları için, hayıra vesile olmak için adım atılıyor.

ÇOCUK OYUNLARI-ADURMUSUN

Körebe,Saklambaç,Mendilim köşe köşe,Yağ satarım,Aç kapıyı bezirganbaşı Kimin eli kimin üstünde,İp atlama,Çizgi,Beş taş,Dokuz taş, Topaç,Kulaktan kulağa, Ceryan geçti,Çimdik çimdik makarna,Açıl susam açıl,Ayak saymaca,Yazı tura,Nokta nokta,İsim şehir,Asmaca,Yattı, kalktı,Çinçan,Taştayım, topraktayım,Dalya oyunu, Hümmet,Aşşık,Bilye,Yakan top,Sapan ,Kuka,Mucuk oyunu,Çanak çömlek çatladı,Nesi var…

Enden tura oyunu:En az dört oyuncu arasında oynanan bir oyundur. Aralarında bir ebe tesbit edilir. Ebe yüzünü duvara döner, oyuncular ise ebenin arkasında dururlar. Ebe “ennem tura, davul zurna bir iki üç” diyerek elini duvara üç kez vurur. Ebenin arkasında duran oyuncular, her defasında bir adım ebeye yaklaşarak ebeye vurup kaçarlar. Ebe kendisine yaklaşa nı kendine vurmadan görürse yanına çağırır. En son bir kişi kalana kadar, yürürken görülenler ebenin yanında durur.En son kişi ebenin sırtına vurunca, ebenin yanında duranlardan, ebe nin yakaladığı yeni ebe olur. Oyun böyle devam edip gider.

Bu oyun aynı zamanda “Ali baba saat kaç” olarakda oynanır.En az dört kişi ile oynanır.Ebeye Ali baba saat kaç diye sorulur.Ebe kaç derse ona göre adım atılır,ebe sobelenip kaçılır.Yakalanırda ebe sobelenir çizgiyi geçince yanar.Ebe sobelenen kişi olur…

İp atlama:En az üç kişi ile oynanır. İki oyuncu yaklaşık beş altı metre uzunluğundaki ipi ucundan tutarak sallar. Önce bir sayı atlanır. Sonra iki, üç ve dördüncü sefer döne döne atlanır. Beşincide eller beşik gibi sallanır. Altılarda ağız kapanır, yedilerde ağız açılır. Sekizlerde sek sek yapılır. Dokuzlarda eller yumruk yapılarak birbirine vurulur.Onlar da oturarak yapılır. Sonra onbirlerde ip, ayak ucunun altına alınır. Onikide ip ayak ökçesinin altına alınır. Sonra ellerin parmakları makas şeklinde yapılır, ip parmakların arasına alınır. Bunu yaptıktan sonra son olarak “arslan, kaplan ağzını aç, geri yum” denir. İki el arasında sallanan ip alın maya çalışılır. İp alınamazsa veya ayağa takılırsa, oynayan kişi yanar vu tutanlardan birisine sıra gelir. Aynı şekilde oyun devam edip gider.

Saklanbaç oyunu:Oyunun oynanabilmesi için oyuncu sayısının çok olması gerekir. Genellikle gece oynanır. Oyuncular arasında ebe tesbit edilir. Ebe, oyun başladığı zaman yüzünü duvara çevirir ve tesbit edilen sayıya kadar hiç bir yere bakmadan sayar. Sonra oyuncuların saklanıp saklanma dıklarını kontrol için “oldu mu?” diye çağırır.r1;Arkam önüm,sağım solum, saklanmayan köreber1; der Eğer oyunculardan ses gelmiyorsa oyun başlamış demektir. Ebe, diğer oyuncuları saklanabilecek yerlerde aramaya başlar. Eğer gördüğü bir oyuncu varsa adını söyler ve kendi ebelik yerine koşar. Oyuncudan önce yerine gelirse, ebeye yetişemeyen oyuncu ebe olur.Ebenin bulduğu oyuncu ebeden önce gelirse, bütün oyuncular hep bir ağızdan “çanak çömlek patladı” diye bağırırlar. Ebe tekrar ebelik yapmaya devam eder ve oyun böylece sürüp gider.

Körebe:Oyuncular arasında ebe tesbiti yapılır. Ebenin gözü bir mendille sıkıca bağlanır. Oyun başlayınca diğer oyuncular ebeye çimdik atmaya başlarlar. Körebe de oyuncuları yakalamaya çalışır. Eğer oyunculardan birisini yakalarsa o o yuncu ebe olur, yakalayamazsa ebeliğe devam eder.

El el üstünde kimin eli var oyunu:Bu oyunun oynanabilme si için en az üç kişinin bulunması lazımdır. Bir de bu oyunculara hakemlik yapacak diğer bir oyuncu gerekir.Kura çekilir. Kim bilemezse o yere, dizleri ve elleri üzerine yatar. Diğer oyuncular ellerini yatan oyuncunun sırtı üzerine üst üste sıralarlar.Hakem oyuncu, “el el üstünde kimin eli var” diye yatan oyuncuya sorar. Eğer yatan oyuncu bilemez ise bütün oyuncular,bilemedin diye yum ruklarını yatanın sırtına tap tap vurmaya başlarlar. İğnemi, iplikmi,davulmu,zurnamı?diye sorar.Yerde yatan çocuk birini seçer.Ceza olarak iğne derse iğne batırır gibi sırtına parmakla iğne gibi taklit edilir.Zurna derse zurna gibi sırtına vurulur.Davul derse “dom dom “diye yumrukla vurulur.Eğer bilirse, bilinen çocuk ebe olur, yatar ve böylece oyun devam edip gider.

Yağ satarım, bal satarım:Oyuncu ne kadar çok olursa oyunda zevkli geçer. Ebe tesbiiti yapıldıktan sonra ebe, eline bir mendil alır ve “yağ satarım, bal satarım ,ustam ölmüş ben satarım.Satsam onbeş liradır, zam bak, zum bak.Dön arkana iyi bak”diye yüksek sesle tekrarlanarak oyuncuların oluşturduğu halkanın çevresinde dönerek koşmaya başlar.Bu esnada çocukların birinin arkasına mendili bırakır. İkinci turda, mendil bırakılan çocuk bunun farkında değil ise ebe mendili alır ve çocuğu bir tur tamamlanıncaya kadar döver. Eğer mendil bırakılan çocuk, mendili farketmişse hemen mendili alır ve ebeye vurmaya başlar. Oyun böylece devam eder.

Hopbal(mucuk) oyunu:Oyun en az beş kişi ile oynanır. Yere küçük bir daire çizilir. Dairenin içinebazı yörelerde Kayseri’de “milkiş” adı verilen,Koyunlur17; dar1; mucukr1; denen yumurta gibi büyüklüğünde bir taş konur. Mucuk taşını en az beş metre uzaklıkta bir çizgi çizilir. Oyuncular bu çizginin gerisine geçerler. Oyuncuların her biri ellerine yassı bir taş alırlar ki bu ta şa “hoppal” denir. Hoppallar önce, mucuk denilen taşı en yakın düşecek şekilde atılır. En yakın düşüren oyuna başlar, en uzak düşüren de ebe olur. Oyuncular çizgi gerisinden hoppalı, milkişe vurmaya çalışırlar. Hopbalı atarken de “Ortada kuyu var, yandan geç” derler. Mucuk denilen taşı daire dışına çıkarmaya çalışırlar. Milkişi(mucuk) geri getirene kadar oyuncular yerlerine yani çizgi gerisine kaçarlar. Eğer kaçamaz ise hopbalın üstüne ayağını basar ve ebeye yakalanmadan kaçmaya çalışır.r17;Ekmek yapmar17; denen hopbalı ayağını üstüne hiç el değmeden, düşürmeden ayağının üstünden zıplatarak alırsa o zaman yerine ebelenmeden geçebilir.Oyuncu hopbaldan ayağını çeker çekmez ebe vurursa, vurulan oyuncu ebenin yerine geçer. Atılan bazı yörelerden happak(hopbal), (mucuk)milkişi vuramamışsa ebe, hopbalın yanına oyuncuyu getirtmez. Gelirken vurursa vurulan oyuncu ebe olur. Amaç ebeye yakalanmadan happağı alıpkaçmaktır. Oyun böylece devam eder.

Hümmet(Tak çelik) oyunu:
İki kişi arasında oynanır. Oyun için 75cm. uzunluğunda kalın bir değnek ile aynı kalınlıkta 10 cm.uzunluğunda bir de çeliğe ihtiyaç vardır. Başlayacak oyuncu önceden hazırlanmış iki taş arasına çeliği koyar ve değneğini çeliğin altına uzatarak çeliği yukarı kaldırır, havada iken hızlıca vurur. Amaç çeliği en uzağa atmaktır. Attıktan sonra değneği çeliğin atılırken konduğu yere bırakır. Diğer oyuncu çeliği gittiği yerden alır ve değneği vuracak şekilde atar. Eğer değneği vurursa oyuncular yer değiştirir, vuramaz ise oyun tekrar devam eder.

Dalya oyunu:Oyunun oynanabilmesi için Küçük yassı taşlar toplanır. Sayısı 11 olan bu taşlar bir duvar önünde üst üste kayılır. Ebe, bu taşlar bacağının arasında kalacak şekilde dikilir.Oyuncular küçük bir topla taşları yıkmaya çalışırlar. Taşlar devrilmiş ise ebe, hemen topu kapar ve taşı deviren o yuncuya fırlatır. Oyuncuyu vurursa vurulan ebe olur.Eğer vuramaz ise ebe tekrar taşları dizer ve oyun böylece sürer.

www.bilgimekani.com/forum/viewthread.php%3Fforum_id%3D74%26thread_id%3D503+BE%C5%9E+TA%C5%9E+%E2%80%94+DOKUZ+TA%C5%9E&hl=tr&ct=clnk&cd=67&gl=tr

GÖLHİSAR

Haziran 10, 2008

ADETLER VE İNANMALAR

Doğum
Doğum Öncesi İnanç ve Gelenekler
Bütün Türkiye’de olduğu gibi yörede de çocuk sahibi olmak isteyen analar, evliya türbelerini ve ata mezarlarını ziyaret edip adaklar adar ve dilekler dileyerek kendilerinden himmet beklerler. Yamadı Köyündeki Yamadı Yatır’ı, Yamadı ile Uylupınar arasındaki Delikli Taş, Yusufça’daki Çaput-lu Çalı günümüzde ziyaret edilip, kurban ve saçıların sunulduğu çeşitli dileklerle birlikte çocuk sahibi olmak için onlardan himmet beklendiği yerlerden birkaçıdır. Bu tür uygulamalar daha düğünde başlayarak sürdürülür.
Gölhisar’da damadın evine götürülmek üzere, baba evinden çıkarılan gelin önce Gelin Kavağı?nın etrafında dolaştırılır. Sonra damadın evine götürülür. (Bu gelenek son yıllarda biraz değişikliğe uğrayarak Konak, Çeşme ve Armutlu Mahalleleri arasında gelin gezdirme şekline dönüşmüştür)
Yörede, gebe kadının aşerme (yerikleme) sırasında yediklerinin ve yaptıklarının ve gördüğü
Rüyaların doğacak çocuk üzerinde etkiler bırakacağı yönünde bazı inanmaların olduğu da bilinmektedir: Gebe kadın kuş eti yerse, çocuğun uykusunun hafif; balık eti yerse, çocuğunun ağzı açık; tavşan eti yerse, çocuğun tavşan dudaklı; tavuk eti yerse, çocuğun inatçı olacağına, ayva yerse çocuğun güzel olacağına; çilek, pekmez, bal yerse, çocuğun zeki olacağına inanılır. Aşeren kadın çiçek ve gül koklarsa doğacak çocuğun ben yerinde gül beni olacağına; bol meyveli armut ağacını taşlayan gebe kadının erkek çocuk doğuracağına; sakız çiğneyen gebe kadının çocuğun sümüklü olacağına; inanılır.
Çocuğun cinsiyetiyle İlgili olarak yörede şu pratiklere başvurulur. Gebe kadın gittikçe güzel-leşiyorsa karnındaki çocuk oğlan; çirkinleşiyorsa kız, karnı sivri ise oğlan, değilse kız, aşeren kadının canı tatlı isterse doğacak çocuk erkek; ekşi isterse kız olacağına inanılır. Yörede bu inanç ile ilgili şöyle bir tekerleme de mevcuttur:
“Ye tatlıyı doğur atlıyı / Ye ekşiyi doğur Ayşe’yi”
Doğum öncesinde çocuğun cinsiyetini tayin etmede rüyaların rolüne de inanılır. Yörede, gebe kadın rüyasında koyun görürse doğacak çocuğun uysal olacağına; buğday görürse, doğacak çocuğun kız; silah, şapka ve erkeğe ait eşyalar görürse, doğacak çocuğun erkek olacağına inanılır.
Bu gibi inanmalarda, gebe kadının göreceği varlıkların olumlu ve olumsuz unsurlarının çocuğa sıçrayacağı düşünülmekte, dolayısıyla çocuğun maddi ve manevi yapısında bir takım değişikliklerin olabileceğine inanılmaktadır.
Doğum Sırasında inanmalar
Türk kültür tarihine bakıldığında ana ile çocuğunu bir ömür boyu koruyup kollayacak “umay”1 gibi koruyucu güçlerin yanında, “alkarısı” gibi anne ve çocuğa zarar vermek için fırsat kollayan kötü iyelerin (ruhların) varlığına da her zaman inanılırdı. İyi ile kötünün sonsuza kadar sürdüreceği bu amansız mücadeleden zarar görmeden kurtulmak isteyen anne adayı kadınların bilmek ve uygulamak zorunda olduğu birtakım inanç ve pratiklerin olması da gayet tabii idi. Günümüzde bu hususla ilişkili duyuş, düşünüş ve inançların hayata yansıma şekillerini, yöredeki çeşitli uygulamalarda aynı veya değişik biçimlerde yaşamakta olduğu tespit edilmiştir.
Yörede alışıla gelmişin dışında tombul doğan çocukların güreşçi olacağı, çok zayıf ve kıllı doğan çocukların ticaretle uğraşacağı, doğuştan ağzında dişi olan çocukların afacan olup uğursuzluk getireceği yolunda inanmalar vardır.
Doğuma bir iki saat kalınca hamile kadına dualı su içirilmesi, hamile kadın, zorluk çekmesin, kolay doğum yapsın diye içinde biraz su bulunan leğenin içine konan kerpiç (toprak) üzerine veya “senit” e oturtularak yüksekçe bir yere bağlanan ipten asılmasının istenilmesi doğumun ağrısız ve sancısız gerçekleşeceğine inanılmasından kaynaklanmaktadır.
Çocuk doğar doğmaz göbek kordonu kesilir ve bağlanır. Çocuk kız ise, göbek kordonu çocuğun evine bağlı olması inancıyla evin (bahçenin) uygun bir yerine; çocuk oğlan ise, okuyup ileride iyi bir iş ve meslek sahibi ve dindar olması için caminin bahçesine gömülür.2 Kordonun kesildiği bıçak bebeğin yastığının altına konulur. Bütün bu tedbirler çocuğu alkarısı’na karşı korumak içindir.
Korkan ve hıçkıran çocuklara su içirmek ile nazardan (kötü bakış-kötü ruh) korumak için bebeğin burnuna kara çalmak gibi inanç ve uygulamalardaki esas amacın kötü ruhları aldatmak, şaşırtmak, dikkatleri başka yöne çekmektir.
Doğum Sonrası inançlar
Çocuğun eşi veya sonu diye tabir edilen plasenta temiz bir yere gömüldükten sonra bütün dikkatler anne ve bebeğe döner. Doğum yapan kadının ve bebeğin kırkı çıkıncaya kadar evden dışarı çıkarılmayıp; geceleri de karanlıkta bırakılmaması pratiği, kırk basmaması için gereklidir. Anne çocuğu kötü gözlerden (nazar) korumak için; çocuğunun göğsüne, omuzuna, beşiğine ve yatağına çeşitli nazarlıklar (çıtlık ağacı, çörek otu, gök boncuğu, hamayil, cevşen gibi) takar. Bu uygulamalarda Eski Türk inanç sistemlerinde var olan ve
günümüze kadar şu veya bu şekilde varlıklarını sürdürmeyi başaran ev, gök, ve ağaç iyelerinin (ruhlarının) koruyucu özelliklerine sığınmak suretiyle kötü ruhları (gece-kara iyeleri) dengeleme inancı vardır.
Çocuğun doğumdan sonra tuzlanması ve kırkıncı günü kırklama tabir edilen bir uygulama ile çocuğa gelebilecek her türlü kötülükler önlenmeye çalışılır.
Çocuk sürekli ağlar ve bir türlü susturulamaz-sa “çocuğu kırk bastı” denir. Tedavi için yörede uygulanan uygulamalardan bazıları ilginç olup görünüşte manasızdır. Bunlardan biri ağlayan çocuğun başının kümese sokulup çıkarılması; diğeri ise köpek kafatasının üzerinden dökülen su ile çocuğun yıkanmasıdır.
Yörede ilk defa diş çıkaran çocuklar için “diş bulguru” hazırlanır. Bu bulgur, yakın çevreyle birlikte yenir ve komşulara dağıtılır. Adeta bir saçı (adak) niteliğindeki bu merasim esnasında çocuğun önüne konan para ve eşyalardan hangisini aldığına bakılarak çocuğun geleceği ile ilgili yorumlar yapılır. Falın değişik bir çeşidi olarak nitelendi-
rilebilecek bu pratiğin dışında vücut organlarının seğirmesi veya çınlaması ile ilgili olarak bazı inanmalar da mevcuttur. Ananın gözünün seğirmesi, kulağının çınlaması veya sebepsiz bir anda annenin içini sıkıntı basması gibi kontrol dışı davranışlara anlamlar verilir, çeşitli yorumlar yapılır.
Çocuk sahibi olan aileler, çocuklarının sağlıklı olması ve kansız belasız büyüyebilmesi için fakirlere sadaka verilir. Mahalle çocuklarına ise çörek, para ve şeker dağıtılır. Adak kurbanı kesmek mezarlıkları ve yatırları ziyaret etmek, koca/ulu ağaçlara bez bağlamak, yüksek yerlerde dağ tepelerinde dualar etmek, çocukları korumak isteyen ailelerin başvurduğu uygulamalardandır.
Geçmişten günümüze doğru gelen, ailenin devamı için erkek çocuk sahibi olma düşüncesi yörede yaşatılmakta ve ailenin ilk erkek çocuğunun doğmasıyla birlikte “Kütük Atma” törenleri 1950’li yıllara kadar tertip edilmekteydi. Günümüzde ise Tefenni-Karamanlı yöresinde hâlâ devam eden geleneklerdendir.
Kütük Atma
Yörede, genellikle ailenin ilk erkek çocuğunun dünyaya gelmesiyle uygulanan bir eğlence türüdür. Ailenin devam etmesi açısından büyük önem taşıyan erkek çocuğunun dünyaya gelmesi “Kütük Atma” merasimi ile kutlanır. Bunun için önce aile reisinden izin alınır. “Oğlana kütük atmak istiyoruz. Rızan var mı?” diye sorulur. Aile reisleri “oğlanın adı kütüksüz” denilmesinden çekindikleri için bu izni verirler. Büyük ve budaklı bir ardıç veya çam kütüğü üzerine altın, kâğıt para, içine de madeni para konur, renkli ve ipekli bir “po-çu” bağlanır. Kütük davul zurna eşliğinde ve kalabalık bir grupla beraber, dünyaya yeni gelmiş oğlan çocuğunun evine getirilir. Evin damı top-raksa dama, kiremitli ise tahtalığa konur. Kütüğü dama çıkaranlardan biri bacadan aşağıya bağırarak bir tekerleme söyler. Oğlan babası da bebeği kucağına alarak bacanın sağ tarafına oturur, iyilik
1 Umay: Türklerin eski inanç sistemlerinden olan “Gök Tanrı” inançlarına göre bebekleri ve hayvan yavrularını koruduğuna inanılan koruyucu ruh.
2 Geçmişte (Cumhuriyetten önce) camiler hem ibadet hem de eğitim kurumları olarak işlev gördüğü için göbek kordonları cami bahçesine gömülürken; günümüzde ise okul bahçesine gömülmektedir.

ve güzellik dilekleriyle dolu bu tekerlemeyi dinler. Tekerleme oğlan babasının adıyla başlar. Yerel ağızla:
“Ula Amat. . . ayy Amat. . .
Olun yaşı uzun olsun
Düğünü güzün olsun
Ardıç gibi kollu olsun
Alacağı kız güzel olsun
Dağda koyun kışlatsın
Derelerden sel gibi
Tepelerden yel gibi
Hamza Pehlivan gibi
Dere tepe düz geçsin
Karlı dağlardan almışsın rengini
Amat, şimdi bulmuşsun dengini
Maşallah değin abeler, arkadaşlar, maşallah
Allah seni bu oğlana bağışlasın.”
diyerek kütüğü bacadan veya tahtalıktan aşağıya atar ve iner. Toplanmış olan delikanlılar davul zurna eşliğinde eğlenirler. Neşeli muhabbetler yaparlar. Ev sahibinin hazırladığı türlü yemek ve çerezler yenir. Kütüğe bağlanmış hediyeler, misafirlerin hediyesi olarak kabul edilir. “Kütük” de oğlan babası tarafından; oğlan büyüyüp evleneceği zaman “masala” da yakılmak üzere saklanır. (Bkz. Masala / maşıla. ÇİNE, Burdur” dan Damlalar Folklor (Halkbilimi), (İzmir, 1989), s. 65, 66; EKİNCİ, Burdur, (Ankara 1995), s. 202, 203).

Ad Verme
Yörede atalarla ilgili adların verilmesi bir gelenek halinde yaşatılırken; gök ve yer ile ilgili adlara, sosyal hayatın içinde her hangi bir sebebi görülüp bilinen hadiselere ait adlara veya çocuğu korumaya yönelik adlara da rastlanmaktadır. Yörede çocuklara nene ve dedelerinin adlarını vermek o kadar yaygın bir gelenek olarak sürdürülmektedir ki bu kuralın dışına çıkan kişilere hoş gözle ba-kılmamakta ve hayretle karşılanmaktadır. Hatta bu konuda aileler arasında (kadın ve erkek tarafı) bizim adımız verilsin diye tartışmalar ve kırgınlıklar yaşanmaktadır. Çocuğun huyunun adını aldığı kişiye benzeyeceği inancı oldukça yaygın olan yörede, aile büyüklerinin isimleri verilen çocuk durmadan ağlar veya hasta olursa verilen ismin yaramadığı kabul edilir ve isim değiştirilir.
Yörede Selvi, Selvinaz, Gül, Güllü, Gülser, Gül-han, Lale gibi yer, su, ağaç ve bitki iyelerini hatırlatan isimlerin yanında çocuğu olup da yaşamayan veya cılız çocuğu olup da öleceğinden korkan ailelerin çocukları yaşasın diye; Yaşar, Durdu gibi adları çocuklarına taktıkları da tespit edilmiştir. Yörede tespit edilen ve özellik arz eden söz konusu adların esas kaynağı olarak eski Türk inanç ve düşüncelerine dayandığını söylemek mümkündür.
Yörede daha önce ifade edilen ad verme gelenekleriyle birlikte “lakap takma” geleneği de bazı değişikliklerle birlikte canlı bir şekilde yaşatılmaktadır. Lâkaplar içinde aile ve ata lâkapları ile birlikte kişilerin fiziksel özelikleriyle ilgili lâkapların da önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Ga-baklarm Üseyin, Gaftırm Amad, Çil Hüseyin; Kuşbaşı, Dığlı Meğmet, Muhtar İbraam, Bülbül Kamil, Cin Ali, Boduç Halil; Kirli Ramazan, Deli Ahların Sabri, Kel Üşen, Kedi Recep, Dussuzların İsmeyl, Dingillerin Osman, Kırkyalan Hasan, Tire-li Hasan, Hacıhatıplarm Mıstafa, Yamadıllı Fevzi gibi.

Askerlik
Bütün Anadolu’da olduğu gibi; yöre sosyal hayatında da asker uğurlama, önemli bir yer işgal eder. Yörede, gençler askere gitmeden önce bütün komşuları ve aile büyüklerini ziyaret ederek, gönüllerini alır. Uğurlama esnasında ise merdiven kenarına konarak üzerine su dökülmüş saban demiri üzerine çıkarılır. Bunun manası “su gibi gitsin, demir gibi dayanıklı olsun” dur. Akabinde yaşlı bir kadının eline bir ayna ve çiçek verilir. Askere gidecek genç veya gençlerin arkasından ayna ve çiçek tutularak köyün çıkışındaki dua taşma kadar yürünür. Burada hoca eşliğinde yapılan duadan sonra hem ağlanır hem de oynanır. Tören bitiminde uğurlanan gençlerin arkasından su dökülür. Günümüzde pek uygulanmamakla birlikte yaşlıların anlattığına göre askere giden gencin arkasından yanık çıra tutulurmuş.
Askerliğini bitirip dönen gençler kendisini ziyaret edenlere hediye etmek üzere “asker kınası” ve iğne getirirler.
Yeşildere Köyü’nde daha önceleri düğünlerde son zamanlarda ise kurban bayramının ilk gecesiyle asker uğurlamalarında tertip edilen maşıla (meşale) törenleri yapılmaktadır. Maşıla’da oynanan oyunların daha önceden hazırlanan ve oyuncular tarafından okunan yazılı bir metin yoktur. Bütün roller önceden ezberlenen oyun geleneğine dayanır. Oyunlar gece köy meydanında yanan bir ateşin etrafında, seyircilerle çevrili bir alanda oynanır. Erkek seyirciler meydanı çevreleyerek, kadın seyirciler ise dam ve balkonlarda toplanarak yarı karanlık içinde oyunları seyrederler. Oyunlar; efelerin köy basması, eski usul asker sevkıyatı ve Arap oyunları gibi adlarla anılır. Bu oyunlara zaman içerisinde başka oyunlar eklenir, böylece terk edilen ve eklenen bölümleriyle oyunlar sosyal hayattaki yerini muhafaza ederler.
Maşıla
Bütün yöre düğünlerinde çeşitli şekillerde tatbik edilmekle birlikte Yeşildere Köyü’nde askere gidecek olan adaylar arasında da oynanan bir oyun olarak günümüzde yaşatılmaktadır. Askere gidecek gençler “Maşıla” dan birkaç gün önce topluca odun toplamaya giderler, buna un odunu denir. Meşe veya ardıç odunu toplayan adaylar dolma tüfeklerini patlatarak köye inerler ve kendileri onuruna verilen yemeği yerler. Oyun gecesi meydanda büyük bir ateş yakılır. Askere gidecek adaylar veya yetenekli kişiler oyunlar oynarlar. Oyuncu sayısı değişmekle beraber, genellikle külcü, değnekçi, efeler, gelin veya bayan, gelinin anası babası, halktan kişiler, muhtar ve ihtiyar heyeti, jandarma ana karakterlerdir. Deve ve at tasvirleri de bulunur.
Oyunda yer alan ana karakterlerin rolleri ve giydikleri, kıyafetler:
Külcü: Görevi, ateş çemberini torbasından alıp savurduğu kül ile geniş tutmaktır. Külcünün yüzü kömür ile boyanır, bu yüzden Arap da denir. Zaten kıyafeti de Arapların kıyafetine benzer. Genellikle kaput bezinden yapılan kıyafeti ve püsküllü külahı vardır. Son yıllarda kaput bezi yerine eski kıyafetler giydirilmektedir.
Deve: İki kişi merdiveni omuzlarına koyar, hörgüç görünümü sağlamak için sele konulur, deve tüyü renginde bir kilim örtülür. Ölmüş deve başı iskeleti bir sırığa bağlanır ve merdiveni taşıyanların birine verilir. Bu devenin başını oluşturur, iki kaşık monte edilerek kulak görünümü verilir, yular bağlanır ve tasvir tamamlanır.
At: Devenin yapılışı gibidir ama sele kullanılmaz. Kilim desenli olabilir. Ölmüş at veya deve başı iskeleti yoksa öküz başı iskeleti kullanılır.
Efeler: Genellikle iki efe oyunda rol alır. Davul zurna eşliğinde oynarlar, gelini ve bayanı kaçırdıkları gibi bazı oyunlarda da külcünün sarkıntılıklarına karşı korurlar. Kıyafetleri fes, cepken, kuşak, kılıç, kısa çakşır veya don, çorap ve çarıktan oluşan bilinen efe kıyafetidir.
Gelin veya Bayan: Bu rolü askerlerden biri üç etek giyerek üstlenir. Günümüzde beyaz gelinlik giyilmektedir. Gelinin başında çuha vardır.
Gelinin Annesi ve Babası: Gelini koruyamadıkları gerekçesiyle falaka cezasına çarptırılır. Özel kıyafetleri yoktur, günlük olağan kıyafetleriyle oyuna katılırlar.
Değnekçi: Falaka cezasını icra eder.
Dede ve Nene: Yaşlı kişiler veya sırtına yastık konularak kamburlaştırılmış kişiler oynarlar.
İhtiyar heyeti ve efeler ateşin yakıldığı meydana gelirler. Ateşin yanması ile çalınmaya başlayan davullar ve zurnalar susar. Efeler ve ihtiyar heyeti: “Ah ulan kahpe gençlik” şeklinde içlenirler. Oyun alanına gelen deve sağa sola saldırır, panik başlar, bunu önlemek için deve ıhtırılır. Ortam sa-kinleşince, muhtar topluluğu selamlayarak konuşmaya başlar. Sorunlardan, örneğin kıtlıktan, kuraklıktan, ormanda çalışan işçi ücretlerinin verilmemesinden dem vurur. Yardım isteyen köylülere: “Ula deyyuslar, oyunuzu bana mı verdiniz ki benden yardım istersiniz, gidin başkasına”, der. Sırığın ucuna kuru yemiş bağlanır. Almak isteyenlerin üzerine soğuk su dökülür. Islanmadan yemişi kapmak marifet sayılır. Bunu başaranlar kahraman ilan edilir. Efeler gelini kaçırırlar. Muhtar ve ihtiyar heyeti toplanarak verilecek cezayı kararlaştırırlar. Genellikle falaka cezası verilir. Jandarma tarafından yakalanan efeler falaka dayağını yedikten ve hapis cezasını çektikten sonra hürriyetlerine kavuşur. Efelerden birisi evlendirilir. Ana oyundan sonra dede ve nene atışmaya başlarlar. Bu atışmalar sonucu davul ve zurna eşliğinde efeler oynarlar.

GOLHISAR SÖYLENTİLERİ

Asmalı Kız
1967 yılında Asmalı Köyü Susurluk Dere mevkiinde Meryem Avcı?nın hunharca katledilmesi yöre halkını derin üzüntülere boğar. Katilleri bulunup hukuken hesap sorulamaz. Ancak yöre halkının nazarında katiller bellidir ve ilahi adalete hesap vereceklerdir. Yöre halkının katil diye nitelendirdiği kişiler zamanla bütün mal varlıklarını kaybeder ve derbeder vaziyette yaşarlar. Sonları da çok kötü olur. Acılar içerisinde can çekişerek ölürler. Yaşanmış bu olayın yankısı dilden dile dolaşır. Gölhisarlı Halk Ozanı Aşık Revani “Asmal’n Kızın Destanı” isimli şiiriyle yöre halkının duygularını dile getirir:
Asmalı Kız
Köyümüzün adı yeşil Asmalı Ben de bir kız idim allı basmalı A dostlar bu kadere küsmeli Kesti zalim kesti benim başımı Gözlerimden akıttı kanlı yaşımı. Gönülsüz beni dağa kaçırdılar Ecel şerbetinden şerbet içirdiler Zevk-ü sefa için canım uçurdular Kesti zalim kesti benim başımı Gözlerimden akıttı kanlı yaşımı. Bıçakla doğradın susurluk derede beni, Kıydın zalim kıydın bu nazik teni, Mahşerde buluşup da sorarım seni. Kıydın zalim kıydın benim canıma Katil olup girdin benim kanıma. Asmalı dağında meşe çam olur Beni böyle eden dile şan olur, Dilerim Allah’tan perişan olur. Kıydın zalim kıydın benim canıma
Katil olup girdin benim kanıma. Sigara içilir dumansız olmaz Müslüman ölür gider imansız olmaz Her şeyin zamanı var zamansız olmaz. Kıydın zalim kıydın benim canıma Katil olup girdin benim kanıma. İnek otlatmak idi benim de niyetim, On yedi-on sekiz arası yaşım, Kesilmek nasip oldu benim de başım. Kıydın zalim kıydın benim canıma, Katil olup girdin benim kanıma. Meryem AVCI idi benim de adım, Kimseler duymadı benim feryadım, Bu cihanda yaşamaktı muradım. Kıydın zalim kıydın benim canıma, Katil olup girdin benim kanıma. Karanlık oldu benim gündüzüm, Biraz olsun asla gülmedi yüzüm, Yalvardım, yakardım geçmedi sözüm. Kıydın zalim kıydın benim canıma, Katil olup girdin benim kanıma. Asmalı dağında bülbüller öter, Viran bahçede çimen mi biter? Benim bu feryadım arşa yeter, Kıydın zalim kıydın benim canıma Katil olup girdin benim kanıma. Aşık Revani der;uyuyan uyanır, Kesilen başım kan revan olur, Anam babam ağladı, can mı dayanır. Kıydın zalim kıydın benim canıma Katil olup girdin benim kanıma.

Dalaman Çayı Söylentisi
Geçtiği yerlerde bıraktığı alüvyonlu topraklarda tarımın yapılmasına katkıda bulunan ve yakın zamana kadar kereste taşınmasında kullanılan Dalaman Çayı?nın eski adı İndos (İndus)’tur. “Çayı fille geçmek isteyen bir Hintlinin fili ile boğulmasından” sonra bu adı aldığı söylenmektedir. Önceden tamamen sular altında olan Gölhisar Ovası’nın suyunu çektirmek için Horasanlıların iki dağ arasında kalan Yusufça?nın kuzeydoğusundaki- Karadağ Mevkii’ni yararak suyu akıttıkları ve oldukça derin olan bu yarığa Çekmez adını verdikleri bir başka söylentidir. Günümüzde Çekmez derin bir yerdir ve derinliklerindeki kovuklarında – yörede sarıbalık denen – doğal alabalık yaşamaktadır

Gelin Ardıcı
Gölhisar-Altınyayla karayoluna uzaklığı 5 km’dir. Gölhisar’ı geçtikten sonra Karapınar, Kar-galı yol ayrımından sola sapılarak ulaşılır. Burdur’un en yaşlı ardıç ağacıdır. Muhteşem güzellikteki bu ağaç gölgesinin vurduğu yakınındaki armut ağacından beş kat daha uzundur.

Alyazmalım
Bu halk ezgisinin hikayesini 1983 yılında ölen Yeşildere’li Cezayir lakaplı Ahmet DOĞAN?nın ifadesiyle nakledelim:
“Babam annemi kaçırmış almış başını dağlara vurmuş. Muğla’nın dağlarında ekmek parası aramış. Annem şair ruhlu bir kadmmış. Babamın her akşam alkol alıp eve geç gelmesine ahnırmış. Birlikte Köyceğiz Gürleyik dağlarını aşarlarken üç ayda hazırlayıp giyebildiği al yazması çam dalların arasında kaybolur. Al yazmasına ve babamın eve sarhoş sarhoş geç gelmesine üzülen Annem başlar mırıldanmaya.
Al yazmam dalda kaldı Gözlerim yolda kaldı. Kör olası meyhane Sarhoşum nerde kaldı.
(1)
Al yazmam dalda kaldı Gözlerim yolda kaldı Kör olası meyhane Sarhoşum nerde kaldı.
(2)
Güver bostanım güver Su gelir bendi döver Ben yare bakmaz isem Aklım başımdan gider
(3)
Al yazmam düreyim Aç yüzünü göreyim, Uyan, uyan sar beni Yar olduğun bileyim.
(4)
Muğla’ya paşa geldi. Halk temaşa geldi Bir elim yar koynuna Bir elim boşa geldi.

Gelin Kavağı
Gölhisar-Altınyayla karayolunda Gölhisar çıkışında yolun sol tarafında bulunan Uluköy’ün (eski Armutlu) bu ulu ağacı ile ilgili bir söylenti Gölhisar’da kuşaktan kuşağa aktarılır. 1900’ler-de çevrede itibar sahibi olan Uluköy Çiftliği ağası Rüstem Ağa yanında çalıştırdığı bir ırgatın kızı olan Fatmana’ya sevdalanmış. Altınlar, sürüler ve tarlalar teklif ederek güzel Fatmana’yı etkilemeye çalışmış ama Fatmana Memiş’le söz kestiği için bu işe yanaşmamış. Halk; “Bir ağa ırgat kızını alamıyor, bunun ağalığı nerde kaldı” şeklinde söylentilere başlayınca, Rüstem Ağa Memiş’e ve Fatmana?nın ailesine baskıyı arttırmış. Memiş, Rüstem Ağa ile baş edemeyince çareyi yöreyi terketmekte bulmuş. Gelişmeleri içine sindiremeyen Rüstem Ağa, şu kızı alırsam eğer ibret olsun diye kavağın etrafında dolaştıracağım diyerek and içmiş.
Baskılar sonucu Ağa ile Fatmana?nın düğünü başlamış. Memiş’i seven Fatmana düğünün ikinci günü canına kıymış. Halk bu sefer, “neden yaktın Rüstem Ağa / Girdin kızm kanma” şeklinde yakıma başlamış. Rüstem Ağa, ağa dediğin dediğini yapar, diyerek Fatmana kızm mosmor olmuş cesedine gelinlik giydirerek at üstünde kavağın çevresinde dolaştırmış.
Fatmana?nın uzun saçları kavakta uğuldayıp esen rüzgarda, yapraklar gibi savrulup durmuş. Uzun saçları boylu boyunca tabuta serilen Fatma na?nın yorgun bedeni toprağa verilmiş en sonunda. Yaşlı ve yaslı Rüstem Ağa ise iki yıl içinde çöküp gitmiş. Bu olaydan sonra ağaca “Gelin Kavağı” denmiş.
Gelin Kavağı; geleneksel düğünlerde ata bindirilip etrafında dolaştırılan gelinleri gördükçe Fatmana’yı hatırlamış. Sekiz dalından yedisi yaşamla iç içe iken kederinin büyüklüğünden yol tarafındaki dallarından biri kurumuş bu yüzden. Kesmişler bu dalı, ağacın tanıklığının sürmesi, diğer gelinlerin yolunun açık olması için.

OYUNLAR

Çocuk Oyunları
Teknolojideki hızlı gelişmeler çocuk oyunlarında da farklılıklara sebep olmaktadır. Önceleri evlerde, sokaklarda ve kırlarda oynanan çocuk oyunları sosyal hayatın değişmesi sonucu artık yok denecek kadar azalmıştır. Ninelerimiz ve dedelerimiz eski çocuk oyunlarının son temsilcileri olarak birer kültür hazinelerimizdir. Bu kültür hazinelerimizi kaybetmeden önce, oyunlarımızı yazıya geçirmek maksadıyla tespit edebildiklerimizi sizinle paylaşmak istiyoruz.
Esir Almaca
En az beşer kişilik iki grup ile oynanır. Koşu ve dikkate dayanan bir oyundur. Gruplar arasına 40-50 m mesafe bırakılır Karşılıklı her iki gruptan birer kişi çıkar birbirlerine dokunmaya çalışırlar. Önce dokunan diğerini esir almış olur. (Esir aldığını kendi bölgesine yurduna götürür.
Hangisinde Var
İki kişi veya daha fazla elemanlı iki grup ile oynanır. Yere (zemine) 10-15 kitap konulur. (Yoksa mendil) Avucunun içine alman bir metal para veya yüzük rakip oyuncuya veya oyunculara sezdirilmeden bütün kitapların altına el sürülerek birine bırakılır. Rakip oyuncular para saklama işi bittikten sonra şunda yok, şunda yok… diyerek ta ki var olduğunu zannettikleri kitaba kadar gelirler ve şunda derler. Eğer parayı bulabilirlerse saklama sırası kendilerine geçer, bulamazlarsa aynı grup yeni baştan saklar ve oyun böylece sürer gider. (Günümüzde oynanmıyor)
Tenge
Özellikle yayla ve koru (mera)oyunudur. Bir ebe ve sınıflandırılmayan oyuncu sayısı ile oynanır. (Yani herkes girebilir) 30-40 derece eğimli bir arazide oynanır. Malzemesi 2-3 yıllık ardıç ağacı dal sürgünü, karamık sürgünü veya iğde sürgünü -şahı-düz. Zeminde elindeki bu sürgün çubuğun kaymasına dayalı bir oyundur. Eldeki bu çubukların adı tengedir ve her oyuncuda bundan birer tane olur.
Oynanışı: Ebe kendi tengesini oturmakta olan oyunculara paralel, bir tenge boyu mesafeye koyar. Oyuncular ayak tabanlarından birkaç kez yaylandırdıkları tengeyi o hızla ellerinden bırakırlar. Salman tenge ebenin yatmakta olan tenge-sine temas eder, ebenin tengesi temas eden tenge-nin gittiği en uç noktaya konur. Eğer salman ten-geler ebenin tengesine temas etmezse tenge hapis olur. Bütün oyuncular ebenin tengesine temas ettiremezlerse ebe bütün hapis tengeleri kendi tengesini ilk yatırdığı yere oturarak yatmakta olan kendi tengesine ayakta yaylandırarak vurmaya
çalışır. Bunun sonucunda; Hiçbir tengeyi kendi tengesine vuramazsa çobanlığı (ebeliği) devam eder. Eğer bir tengeyi vurabilirse o tengenin sahibi çoban olur.
Şayet birkaç kişinin tengesine vurabilirse vurulan tengelerin sahipleri tengelerini ayakta yaylandırdıktan sonra en uzağa atmaya çalışırlar Tengesi geride kalan çoban yeni ebe olur.
Kuyucuk
Toprağa çorba kasesi büyüklüğünde karşılıklı üçer çukur (kuyu) kazılır. Her kuyunun içine karşılıklı altışar taş konur. (Bilye büyüklüğünde) Oyuna boşlayan kuyunun birinin içindeki taşları avucuna alır diğer kuyulara birer adet koyarak dağıtır. Elindeki son taş boş kuyuya isabet ederse ona simetrik olan rakibinin kuyusundaki taşları alır. Eğer son taşı içinde taş bulunan kuyuda biterse oynama sırası rakibe geçer. Bu oyun karşılıklı bir tarafın taşları (kuyusundaki) bitinceye kadar devam eder. (Son 20yıldır ben bu oyunu ilçemizde oynayanı görmedim.
Dömbülük Oyunu (Deve Hörgücü)
İlkokul seviyesindeki çocukların oynadığı bir oyundur. Ebe seçilen iki kişi karşılıklı birbirinin omzundan tutar ve eğilir. Bunların altından diğer çocuklar sırayla geçmeye başlarlar. Geçerken hata yapan çocuklara ceza verilir. Ceza alan çocuk eğilir, diğer çocuklar onun üzerine biner. Bu yükü çekemeyen çocuk bir başka çocuğu sırtına alarak 20-30 metre kadar taşır.

http://www.golhisar.bel.tr/index.php?sayfa=9&id=6

Oğlak Oyunu

Haziran 6, 2008

Oğlak oyunu Türkmen’in milli oyunudur. Eskiden atalarımız savaşa hazırlık olarak oynarlarmış. En az 50 at ile oynanır, bu sayı 500 kadar da olur. Oğlak oyunu kışın oynanır, sıcak da oğlak oyunu oynanmaz. At üstünde oğlak oyunu’nu oynayana pehlivan veya Çapandozdenilir. Bu kişi oğlak oyununu oynayabilecek güç kuvvete sahip ve iyi binici olması gerekir.

Oğlak oyunu’nu Türkmenler genellikle bayramlarda, düğünlerde ve belli at sayısı bulunduktan sonra oynanır. Özellikle sünnet (sünnet düğününü yapan zengin ise) düğünlerinde Türkmenlerin yaşamış oldukları vilayetlere düğün sahipleri tarafından davetiyeler gönderilerek büyük bir organizasyonla en az üç gün oğlak oyunu oynanır. Düğün sahipleri tarafından oğlak oyunu’nu kazananlara büyük hediyeler (para, altın ve çeşitli hediyeler) verilir. Her vilayet’ten gelen oyuncuların olması ile birlikte büyük çekişme içersinde oynanır. Büyük düğünlerde yapılan oğlak oyunu’na bakan, milletvekili, vali gibi devlet erkanları da iştirak eder.

Oğlak Oyunu’na hazırlık;
“Oğlak” keçi yavrusuna denilir. Oğlak oyunu avlanmak ve avı almak demektir. Bu oyun Afganistan Türkmenlerine has oyun olup daha sonraları Afganistan’ın milli oyunu haline gelmiştir. Oğlak oyunu at ile oynanır. Bu oyun için en iyi cins ve güçlü 9 ile yukarısı yaşlarında genç atlar seçilerek yetiştirilir. Çünkü bu oyuna herhangi bir güçsüz ve yetiştirilemeyen at oğlak oyununu oynayamaz. Bu yüzden en az bir sene tecrübeli at seyis tarafından genç ve güçlü atlar yumuşak, düz, etrafı temiz kum olan yerde bağlanılır. Seyis, atın yemini, miktarını ve özellikle gün içersinde ne zaman yemi vereceğini iyi bilmesi gerekir. Atın kilo almasına ve kilo vermesine azami dikkat eder. At yedikleriyle daima enerji depolar ve güçlenir.

Mevsimin ilk baharında erkek at yeni doğan taylı yavrusu olan dişi güzel cinsli at ile çiftleştirilir. Bu çiftleşme hafta da bir kez olmak üzere üç veya dört defa olur. Bundan sonra erkek at bozkırların en temiz otlu yerine bağlanılır ve burada yaklaşık bir ay veya bir buçuk ay kalır. Üstü daima açık tutulur. Hava çok soğuk olduğu zaman bastırık (örtü) ile üstü kapalı tutulur. Havaların sıcak olması birlikte erkek at meydan yerden alınarak eve getirilir ve yerine bağlanılır. Havalar soğuk oluncaya kadar binilmez, yürütülmez, yumuşak yere ve uzun ipe bağlanılır. Yazın bol bol karpuz, yorunca otu ve diğer temiz yaş ot verilir. Gece atın üstü hafif örtüsü ile örtülür ve sıcak havalarda da güneş çarpmaması için örtüsü alınmaz. Sıcak havada bağlı olduğu yerde hiçbir yere götürülmeden bağlı kalır, ilkindi vakti üç saatlik zamanda atın üstü açılır ve temizlenilir. Eylül ayının 15’inde veya sonbaharın ortalarında at bağlı olduğu yerden ilk günde on adım gezdirilir. Daha sonraları günden güne adımlar arttırılır ve uzaklara götürülür. İlk beş güne kadar atın üstüne binilmez gezdirilir. Çünkü çalışmanın kademeli olması gerekir. Beşinci günden itibaren atın üstüne binilerek günden güne uzak yerlere götürülür. 20 ile 25 gün devam edilir. 26’ıncı gün at meydan yerde bir kilometre koşu yaptırılır. Bu koşuya “atın koltuğunu açma” denilir. Artık at oğlak oyunu’na hazır hale gelmiştir. At oğlak oyunu’na özel eyer ve örtüler kuşandırılarak sokulur.

Oyun Kuralları ;
İki yaşını dolduran buzağı bir gün önceden kesilerek kafası, iç organları alınır. İç organları alındıktan sonra yerine saman tıkılarak diğer etleri elenmemek üzere bir gece ayazda asılı bırakılır. Sabahleyin asıldığı yerden alınarak avlak oyununun oynanacağı alana getirilir.
Oyunun oynanacağı meydanda önce 10 – 15 metre kare daire çizilir ve içine saman atılır. Bu daire alanına “cür” denir. Cürden 500 ile 600 metre ilerde bir bayrak dikilir. Yüzlerce, binlerce seyirci iştirak eder. Her bölgeden gelen Türkmen, atı ve Çopandozu (oğlak oyununu oynayan) ile oğlak oyununun yapılacağı alana gelir. Aksakallılar ve ileri gelenler Çardak dedikleri oturum yerde yerini alır. Ortaya hakem heyeti seçilir. Hakemler, oğlak oyununun kuralına göre oynanmasına dikkat ederler. Ayrıca “Bargı” denilen çeşitli hediyeler (para, altın, halı ve tüfek) hazır edilir.


Çopandozlar, atlarına binerek çardak deki oturma yerinde bulunan aksakallılardan pata (dua) aldıktan sonra oyun yeri olan cürün yanına varırlar. Hakem tarafından carçıya (tellal) bağırttırılır. “oğlağı cürden bayrağa götürene filanca hediye “ denildikten sonra oğlak oyunu başlar. Çapondozlar, at üstünden cür içersinde (daire alan) bulunan öceği (buzağı) almaya çalışırlar. Öceği yerden kapan çapondoz “heyt” diyerekten nara atmasıyla birlikte bayrağa doğru atını son hızla koşturmaya başlar, ama diğer çopandozlarda öceği kaptırmamak için arkadan asılırlar. Cürden bayrağa götüren çopandoza hakem huzurunda bargıcı (hediyelerden sorumlu kişi) tarafından hediyesi verilir. “Carçı” denilen tellal bu çapondozun ismini ve atın sahibinin ismini tutarak hediyeyi aldığını bağırarak ilan eder. Oğlak oyunu bayrak’tan cür dairesine ve cür dairesinden bayrağa götürmeler ile devam eder.

Oğlak oyununu oynayan Çapondozların başında sümmen denilen kuzu tüyünden yapılmış Türkmen telpeki ve ayaklarında özel ayakkabıları olan Adik ve cübbe giyilerek oynanır. Bu oyunu herkes oynayamaz ve çok tehlikeli bir oyundur. Adeta bir savaşı andırır, ölümler, yaralanmalar, attan düşmeler olur. Oğlak, Türkmen’in milli oyunudur. Ahir oğlak adı verilen final nitelikteki en son oyunda büyük hediye verilir ve dualarla son bulur.
Türkmen’in milli oyunu olan oğlak Afganistan’ın diğer bölgelerinde de daha sonraları oynanmaya başlanmıştır. Oğlak oyununa Afganistan’da buzkeşi de denilir.

__________________
Belimizde kilicimiz Kirmani,
Tasi deler mizragimin temreni.
Hakkimizda devlet etmis fermani,
Ferman padisahin,daglar bizimdir.

afsharkizi is offline  

TÜRKLER’DE SPOR

Haziran 6, 2008


Milattan Önce 3000 yıllarında Orta Asya da Türklerin yaşamında atın büyük önemi olduğunu görmekteyiz. Çocukların çok küçük yaşta at eğitimine başladığı o dönemin belgelerinde rastlanmaktadır. Bu uğraşta kadınların da yeri vardı.
Türklerin binicilikteki ustalıklarına, atla oynanan ve sportif değer taşıyan türlü oyun ve yarışlarla ulaştılar.
Günümüzde de Orta Asya ve Anadolu’nun bazı yörelerinde oynanan kaçma-kovalama nitelikli Gök-Börü, Kız-Börü ve Beyge oyunlarıyla, bir çeşit atlı hokey oyunu olan çögen ve de savaş oyunu olan attaki cirit atma oyunlarında rastlamaktayız.

GÖK-BÖRÜ : Oyunu değişen lehçelerce Kökperi, Kopkeri gibi isimler de almıştır. Bu oyunda asıl olan kesilmiş ve içi temizlenmiş bir oğlak veya hayvanı eğeri ile bacakları arasına sıkıştıran ve dört nala koşan bir atlının, kendini kovalayan atlılara sınırlanmış bir alan veya alanda bir turu tamamlayarak puan alması biçimindeydi. Oyun tek kişiler veya gruplar arasında da oynanırdı. Özbek Türklerinde bu oyunu, üzerinde, sular, hendekler ve yükseklikler bulunan bir arazide oynadığını görüyoruz.

KIZ-BÖRÜ : Evlilik törenlerinde kesilmiş hayvan, kız tarafından kaçırılır ve damat tarafı gelini kovalardı. O zaman bu oyun Kız-Börü adını alırdı.

BEYGE : Atlı oyunların bir başka şekli de düğün törenlerinde kız ve erkeğin bir mesafe içinde karşılıklı olarak Beyge (Babiga) oyunuydu. Amaç hedefe önce varmaktı.
ÇÖĞEN: Eski Türkler arasında yaygın bir oyundu. Bu oyun bugün adına Tibet dilinde top anlamına gelen Puludan alınarak Polo denilen atlı hokey oyununun ilk şeklidir. İlk defa Türkler tarafından oynandığı söylenen bu oyun, İranlılarca çevkan, Bizanslılarca da çukanyan adı ile oynanmıştır.
CİRİT : Bugün Anadolu’nun birçok yerinde oynanan atlı cirit oyunu, eski Türklerin çok sevdiği bir binicilik oyunuydu. Cesaret, algılama sürati, refleks, denge gibi emosyonel ve motorik özellikleri bünyesinde barındıran bu oyun iyi bir binicilik ve ata hakim olmayı gerektirirdi. Eski Yunan yazar ve komutanlarından Xenophon MÖ 360 yılında Binicilik Sanatı adlı eserinde, Türklerin cirit oyununa benzeyen bir mızraklı süvari oyununu halkına öğütler. Eski Romalıların yüzyıllar boyunca oynadıkları Troia oyununun da aslı cirit oyununa benzemektedir.
MIZRAK : Türkler boyu 1.5 metre uzunluğundaki ucu sivri taze servi ağacından yapılmış mızraklarla hedef tahtasını delmeyi veya sivri değnekleri toprağa saplama alıştırmaları yaparlardı.
KOŞU : Ayrıca, çeşitli sosyal etkinliklerle ilgili olarak (ölüm, doğum, düğün, sosyal yardım v.b.), bozkır atları ile 10- 14 kilometre, hatta 100 kilometrelik arazi koşuları yapılırdı.
OK ATMA : Ayrıca eski Türkler de birçok sosyal etkinlikte yine ok atma veya ok üzerine içilen antlar gözlenmektedir. Okla uzağa atma veya hedefe atma oyunları vardı. Ayrıca, at üzerinde de ok atma oyunları vardı. Bu konudaki en eski belgeler MÖ 1000 yılda Tibet bölgesinde bulunan kayalara işlenmiş fresklerdi.
Yarış amacıyla atılan okların ilki cepheden, ikincisi yandan ve üçüncüsü de hedefi geçtikten sonra geriye dönülerek atılırdı. Günümüzde Japonya da bazı dinsel törenlerde benzeri yarışmalar yapılmaktadır.
KILIÇ OYUNU : Türklerin geliştirdikleri eğri ve tek yüzlü kılıçlarla oynanan çeşitli dans ve oyunlar vardı. Bugün Türkmenistan da çeşitli kabilelerde bu dans ve oyunlar devam etmektedir.
GÜREŞ : Asya da en çok sevilen spor dallarından biri de güreşti. Çeşitli bayramlarda ve özel günlerde güreş ile ilgili şenlikler düzenlenirdi. Yapılan kazılarda çeşitli süs eşyalarının üzerine işlenmiş güreş figürlerine rastlanmaktadır. Günümüzde yağlı güreşçilerin giydiği kısbeti, İskit Türklerine ait bir kemik avadanlığın üzerine işlenen güreşçi figüründe görmek mümkündür.
KAYAK : MÖ 100 yıldaki eski Çin kaynaklarına göre Amur Bölgesinde oturan Türk kabilesinin yaşantısı hakkında bilgi verilirken, halkın ayaklarına 15 cm genişliğinde ve 160 cm uzunluğunda tahtalar takarak kar ve buzda ev hayvanlarını kolaylıkla avladıklarından söz edilmektedir. Bu da kayak sporunun tarihteki ilk örneklerinden biridir. Tarihçi Prof. W. Eberhard yine bu kaynaklara dayanarak eski Türklerde kayak ve kayakçılığını mevcut olduğundan söz eder. Yine MÖ 500 yıllarında Çin halkının ayaklarında kayakla gördükleri Türkler için “tahta bacaklı, at ayaklı, benekli ala at” gibi tanımlar kullandığı saptanmıştır. İsviçreli Prof. Hess kayak tarihini incelerken “Bütün kış karla örtülü olan Sibirya’nın kayakçılığın asıl vatanı olması tabii olduğu gibi, tarihi deliller de Sibirya’nın en kuzey noktalarında yaşayan Türk ve Moğol kavimlerine” kayağın buluşunun ait olduğunu söylemektedir.
YÜRÜYÜŞ : Eski Türklerin dinsel geleneklerine göre yaptıkları çeşitli sportif etkinlere Kırgızların çocukların doğumunda, kadınların da katıldığı 265 km lik bir mesafe üzerinden geleneksel yürüyüş yaptıkları,
ATLAMA-SIÇRAMA : Tunguzların düğün törenlerinde 107 kilometrelik yaya koşular düzenlediği, hız alarak çift ve tek ayakla uzun atladıkları,
TEPÜK : Yine Orta Asya da futbola benzeyen Tepük adıyla oynanan bir oyundan Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lügat-ül Türk adlı eserinde söz etmektedir.
Osmanlılar da ise güreşten, at binmeye, ok atmadan, çevgene kadar çeşitli sportif etkinlikleri görüyoruz.

__________________
Belimizde kilicimiz Kirmani,
Tasi deler mizragimin temreni.
Hakkimizda devlet etmis fermani,
Ferman padisahin,daglar bizimdir.
http://forum.arbuz.com/showthread.php?p=952297

Yalnızçam

Haziran 6, 2007

KÜLTÜR

 

Bir halkın yaşam tarzı olarak tanımlayabileceğimiz kültür, aynı kökene sahip bir toplum içinde de yöreden yöreye bazı farklılıklar gösterebilmektedir. Çünkü kültür uzun bir geçmişin birikimi, olup içinde bulunulan coğrafyadan, iklimden ve diğer toplumlarla olan ilişkilerden etkilenmektedir.

Kafkaslar ve orta Asya ile Anadolu arasında bir köprü olan Ardahan da kendine özgü kültürel özelliklere sahiptir. Ağır iklim koşulları yöre ekonomisini hayvancılığa yönlendirirken halk arasında yardımlaşma ve işbirliğinin gelişmesini sağlamıştır. Stratejik önemi nedeniyle savaşlara sahne olması ve işgaller altında kalması sözlü edebiyatın gelişmesine neden olmuştur. Yöre ekonomisinin hayvancılığa dayanması ve küçükbaş hayvancılığın yaygın olması halı; kilim ve keçe gibi el sanatlarının gelişmesini sağlamıştır.

GELENEK VE GÖRENEKLER :

EVLENME :

 

Kız Saraflama (Zarraflama) : Evlilik çağına gelen erkek çocuğun ailesi, çocuklarına ve ailelerine uygun bir gelin bulma arayışına girerler. Gelin adayı genellikle, evlilik çağına gelen evladın beğendiği, ailenin uygun bulduğu veya yakın çevreden tanıdıkların tavsiye ettikleri bir kız olur. Uygun aday bulunduğunda erkek tarafından kadınlar bir bahane bularak kız evine gider, kızın kendi aileleri için münasip olup olmadığını araştırırlar. Bunun içinde çeşitli oyunlar denerler. Kızın gözlerinin sağlamlığını öğrenmek için iğneye iplik taktırırlar; uzaktan konuşmaya çalışarak kulaklarının iyi işitip işitmediğini, evin temizliğine bakarak kızın çalışkan olup olmadığını öğrenirler. yemeklerine bakarak maharetli olup olmadığını anlarlar.

 

Kız İsteme : Uygun gelin adayı bulunduğunda kız tarafına haber gönderilerek kız istemeye gidilir. Erkek tarafı münasip bir dille ziyaretin amacını dile getirir. Bunun üzerine kız tarafı düşünmek için süre ister. Bu süre içerisinde yakınlarının düşüncelerini alır ve erkek tarafı hakkında gerekli araştırmaları yapar. Eğer yapılan araştırmalar müspet olursa erkek tarafına haber gönderilerek yeniden davet edilir.

 

Beh Takma :Bu davet üzerine erkek tarafından kız istemeye giden kişiler, tekrar kız evine giderler. Erkek tarafı kız evine giderken yanlarında “beh” denilen ve manevi değeri olan eşyalardan oluşan bir hediye paketi götürür. Kız tarafı da aynı şekilde kendi “beh” ini hazırlar. Kız tarafı gerekli ikramları yapar ve sonunda karşılıklı olarak “beh”ler verilerek şerbet içilir.

 

Söz Kesme : Söz kesme olayı genelde “beh takma” işinden 3-4 hafta sonra olur. Söz kesme işinde nişan tarihi, çeyiz miktarı başlık parası, şişlik ve diğer eşyalar konuşulur, düğüne ne kadar atlı getirileceği karara bağlanır. Bu iş her iki tarafın vekil ettiği kişilere tarafından karara bağlanır.

Nişan : Erkek tarafı söz kesme sırasında belirlenen tarihte, kararlaştırılan nişan hediyelerini alarak kız evine gider.Nişan veya düğün için erkek tarafından kız tarafına gidenlere “atlı” denir. Bu isim, bu kişilerin kız evine atla gitmelerinden kaynaklanır.

Nişan için erkek tarafı genellikle altın, bilezik, yüzük gibi ziynet eşyaları ile elbiselik ve ayakkabı gibi giyecekler götürür. Kız tarafı da kızın kendi el emeği olan çorap, atkı, kazak, başlık gibi eşyalardan misafirlere hediye eder. Ayrıca bu hediyelerden damat adayına da gönderilir. Nişan sırasında gelin misafirlere nişan şerbeti ikram eder, atlılar da karşılığında “şerbet parası” olarak bir miktar para verirler

 

Başlık-Şişlik: Geleneksel düğünlerde erkek tarafından kız tarafına ödenen ‘başlık’ geleneği, günümüzde artık sürdürülmemektedir. Başlıkla birlikte erkek tarafı, düğün hazırlıkları için kız tarafına “etlik ve şişlik” olarak koyun, sığır ve yemeklik eşyalar verir.

 

DÜĞÜN ( TOY ) :

 

Atlı Yığma : Düğün hazırlıkları tamamlanıp düğün günü geldiğinde davet edilen atlılar erkek evinde toplanırlar. Yaşlılar aşıkların bulunduğu odaya, gençler ise davul-zurnanın çalındığı yere götürülür. Atlılar düğün evinin uzağında karşılanır, atlı havası ile düğün evine getirilir, düğün evindeki eğlenceden sonra akşam vakti gelince de komşular tarafından gece yatısına götürülür.

 

Hazırlıklar tamamlandıktan sonra kız evine doğru yola çıkılır. Kız evine yaklaşıldığında o yörenin delikanlılarınca gelenler karşılanır.

 

Kına Gecesi :Kına gecesi, gelinin baba evinde geçireceği son gece olup, bu gecede gelinin eline kına yakılır. Kına yakılmadan önce gelen misafirlere çerez, şeker, helva gibi ikramlarda bulunulur. Sonra gelin; kına yakılacak odaya tabaklar içinde yanan mumlar taşıyan genç kızların eşliğinde gelir ve orta yerde bir sandalyeye oturtulur. Gelinin kınası başı bozulmamış ( dul olmayan ) bir kadın tarafından hazırlanır. Genç kızlar ve kadınlar ayrılık, hasret kokan mani ve türküler söylerler. Odadakiler mani ve türkülerini söylerken gelinin kınası yakılır ve yine başı bozulmamış bir kadın tarafından sarılarak bağlanır.

 

Nikah töreni bittikten sonra çeyiz yayma işlemine geçilir. Çeyiz sandıkları ve bohçaları odanın orta yerine konulur. Erkek ve kız tarafının çeyizleri ayrı ayrı yazılarak değerleri belirlenir. Bu liste iki nüsha olarak hazırlanır. İmam, muhtar ve iki şahit tarafından imzalanarak biri erkek tarafına diğeri kız tarafına verilir.

 

Gelin Götürme :Kız evinden oğlan evine hareket günü geldiğinde, sabah erkenden araçlar hazırlanır. Araç olarak kışın at kızakları(zanka) yazın ise atlı arabalar hazırlanır.

 

Gelin evden çıkarken “ gelin ağlatma “ havaları çalınır. Kızın annesi hem ağlar hem de kızına öğütler verir. Kızın erkek kardeşi ise gelinin beline gümüş kemer bağlar. Kemeri bağlayana toy babası veya sağdıç tarafından bahşiş verilir. Gelinin yüzü al renkli ipek bir duvak ile örtülür ve gelin, iki yengesi tarafından itina ile getirilerek gelin arabasına bindirilir. Dualar ile yola çıkarılarak oğlan evine getirilir.

Gelin Karşılama : Gelin alayı düğün evine geldiğinde gelinin ayağını basması için bir bakır kazan ters çevrilir ve üzerine tahta kaşık veya çay bardağı konulur. Gelin inerken buna basar ve kırmaya çalışır. Kıramaması uğursuzluk sayılır.

Gelin iki yenge tarafından arabadan indirilirken damat ve sağdıç, daha önce hazırladıkları bozuk para ve çerezleri onların çevresine atarlar. Bu arada gelin inerken kaynana da gelinin önünde oynar. Gelin eve geldikten sonra çalgılar çalınır, oyunlar oynır. Gece damadın arkadaşları ve gelen atlılar sağdıcın evinde toplanır, güvey tıraşı yapılır. Bu eğlenceler gece yarısına kadar sürer.

 

Duvak Açma : Ertesi gün kuşluk vaktinde duvak açma töreni yapılır. Gelin düğün yerinde ortada bir sandalyeye oturtulur. Başında duvağı bulunur. Çalgılar çalar, oğlan sağdıcı “beşaçılan”, “karabağ” ve “ hançerbarı” oyunlarından birini gelinin etrafında dönerek oynar. Bir yandan da elindeki hançer ile gelinin duvağını yavaş yavaş açar.

Gelinin Takdimi ve Yüz Görümlüğü : Duvak açma töreni bitip herkes dağıldıktan sonra ev halkı toplanır. Kız yengesini temsilen bu işi yapacak kadınlardan biri orta yere gelir, elini havaya kaldırarak çalgıcıları susturur. Ya sözle ya da türkü makamı ile şöyle der: Gelin diyer yoktur atam

Koyunum yok koça katam.

Bu söz üzerine kayınpeder öne çıkarak :

Men kaynatan senin atan,

Gelin hoş geldin hoş geldin,

Yavrum hoş geldin hoş geldin,Bize hoş geldin hoş geldin,

Dedikten sonra “Benim tarafımdan gelin kızıma on tane kuzulu koyun, nesilden nesile onun olsun” diyerek gelinin yüz görümlülüğünü verir.

Bu olay sırayla kaynana, kayınbirader ve görümce için de yapılır. Yüz görümlülükleri verilerek yenge ve sağdıçlar da alınarak bar tutulur ve düğün sona erer.

Sini Kaldırma :Ardahan’da yerli köylerinde yapılan geleneksel düğünlerdeki adetlerden biri de “Sini Kaldırma”dır. Kız tarafında yapılan eğlencelerden biridir. Kız babası köy halkına ve erkek tarafından gelen misafirlere ziyafet vermek için hazırlıklar yaparken, gelin de kız sağdıcının evinde hazırlanır. Bu arada gelin ve damadın akrabaları, köy halkı ve çalgıcılar kız sağdıcının evinin önünde toplanırlar.

Kızın giysilerinden yedi adet alınarak yedi bakır siniye konur ve üzeri renkli ipekten örtülerle örtülür. Yedi sini yedi delikanlıya verilir. Önde davul zurna, onun arkasında kız sağdıcı-gelin-oğlan yengesi bulunur. onların arkasında da sırayla sinileri taşıyan gençler, korumalar ve köy halkı olmak üzere bir konvoy oluşturulur. Oğlanın yengesinin, gelin ve kız sağdıcının başları kapalı olur. Ziyafetin verileceği yere doğru yola çıkılır. Yol boyunca çeşitli oyunlar oynanır, havaya fişekler atılarak ziyafet yerine gelinir. Bu olaya “Sini Kaldırma” denir.

Şah Bezeme : Sini kaldırma olayına benzer bir gelenek de Terekeme (Karapapak) köylerinde düğünlerde yapılan “Şah Bezeme” geleneğidir. Bu geleneğin uygulandığı köylerde “Şah” denilen 70 cm uzunluğunda, yanlarına ağaç görünümü vermek için 7 veya 9 dal çakılan ağaçtan yapılma bir araç bulunur ve en son düğün kimin evinde yapılmışsa bir sonraki düğüne kadar orada saklanır.

Şah, düğünlerde meyve ve şekerlerle belli bir usule göre süslenir. Oğlan şahı ve kız şahı olmak üzere iki şah bezenir. Oğlan şahının masraflarını damadın sağdıcı, kız şahının masraflarını ise kız sağdıcı karşılar.

Şah bezeme işini, bölgede bu konuda uzman olan bir kişi yapar. Bunun karşılığında da kendisine münasip hediyeler ödenir. Şah bezenirken Türkler için önemli kabul edilen 3-7-9 ve 40 sayılarına dikkat edilir, Şah’ın dallarına 7,9 veya 40 çeşit meyve, şeker vs asılır.

Kız şahı sade olmasına rağmen erkek şahı oldukça ihtişamlı ve görkemlidir. Kız şahı, kına gecesinin ertesinde kız sağdıcının evinden, sağdıcın erkek kardeşi ve yakınları tarafından çalgılar ve pehlivanlar eşliğinde alınarak oğlan sağdıcının bulunduğu kız evine getirilir. Kız şahını teslim alan oğlan sağdıcı, kız sağdıcına “Hilat“ denen münasip bir hediye verir. Sonra da şah üzerindeki meyve ve şekerlerin bir bölümünü orada bulunanlara ikram ederken bir bölümünü de damat için ayırır.

Oğlan şahı ise daha şatafatlı bir törenle getirilir. Gelinin oğlan evine inmesinden sonra damat, sağdıç ve arkadaşları sağdıcın evine gider, orada eğlenirler. Düğün akşamı toy babası gelir ve bağırarak şah alayının kurulmasını ister. Bunun üzerine meşaleciler gündüzden hazırlanan meşaleleri yakarak yolun sağında ve solunda sıralanırlar. Yolun ortasında; önde davul-zurna, bunların arkasında şah ve şah bekçileri, damat ve sağdıç, korumalar olmak üzere şah alayı oluşturulur. Damat ve sağdıcın ağzı mendil ile kapatılır. Konvoyun arkasına orada hazır bulunan köy halkı geçer, damadın evine kadar oyun ve türküler eşliğinde gelinir.

 

TARLA SÜRME (KOTAN VE MOĞDAMLIK) :

Ekonomisi tamamen tarım ve hayvancılığa dayanan yöremizde tarımsal faaliyetlerin de kendine has özellikleri ve güzellikleri vardır. Teknolojik gelişmelerin henüz yöreye gelmediği dönemlerde, işler tamamen insan ve hayvan gücü ile yapıldığı için oldukça zor olur ve uzun zaman alırdı. Bu zorlukları aşmak için insanlar; kendi aralarında yardımlaşırlar, işleri eğlenceli hale getirmek için de mani ve türküler söyler, birbirlerine şakalar yaparlardı.Bu geleneklerimizden biri de kotan sürme ve moğdamlık geleneğidir. Yörede daha önce pullukla sürülen tarlalar daha sonra Rus köylülerinin yöreye getirdiği “kotan” ile yapılmaya başlanmıştır. Kotan toprağı çok derin ve geniş işlediğinden duruma göre kotana 8 ile 12 çift öküz koşulması gerekmektedir. Bu kadar öküz her ailede bulunmadığından birkaç aile birleşerek tarlalarını ortak sürerler. Yörede bu duruma “moğdamlık “ denilir. Kotan “ karakotan “ ve “ demirkotan “ olmak üzere iki çeşittir. Karakotana 10-12 çift öküz veya manda koşulur, demir kotana ise 8 çift öküz veya manda koşulur. Kotanlar iki bölümden oluşur: Toprağı süren kısma kotan, önündeki tekerlekli kısma ise horazan denir.

Kotan sürme gündönümünden sonra ( 22 Haziran ) başlar ve ot biçimine kadar sürer ( Ağustos ayına kadar ). Halk takviminde de bu döneme kotan ayı denir.

Kotan sürümü zor ve külfetli olduğundan birden fazla kişinin çalışması ile yapılır. Kotanda çalışan kişiler macgal, hodağ ve öküzcü olmak üzere üç gruba ayrılır. Macgal kotanın yetkili kişisidir. Kotanı sapından tutarak yönetir. Kotanın sapına “ mac “ denir ve “macgal“ ismi de buradan gelir. Hodağ ise kotanda öküzleri süren çocuklara denilir ve sayıları, koşulan hayvan sayısına göre değişir. Görevleri öküzleri boyunduruğa koşmak, sürmek ve boyunduruktan açmaktır. Her hodağ iki çift öküzden sorumludur. Hodakların en kıdemlisine ise “Harazan Hodağı“ denir. Öküzcüler ise öküzlerin bakımından, otlatılmasından ve kotanın bekçiliğinden sorumludurlar. Öküzcü, gece öküzcüsü ve gündüz öküzcüsü olmak üzere ikiye ayrılır.Halk takvimine göre kotan ayının gelmesi ile birlikte herk etmek üzere kotana çıkılır. Kotana çıkma günü perşembe ve cuma olarak seçilir. Bu günün sabahında kotana gidecek öküz ve manda (camuşlar) gündüz öküzcüsüne teslim edilir. Kotan sürmede gereken malzemeler arabaya yüklenir. Hep bir

likte tarlaya gidilir. Genelde İlk olarak kotan sahibinin tarlasına gidilir. Kotan sürmeye “kuş ötümü” ile başlanır. Kuş ötümü imsaktan yarım saat önceye denk gelir ve bu da gece iki buçuk üç civarıdır. Kotan sürme işi günde 16 ile 18 saat sürer ve akşam güneşi ile sona erer. Aralarında moğdamlık kuran kişiler gün hesabı üzerinden anlaşırlar.

Kotan sürümünde tarla sahibi kim ise yemeği de o getirir. Kotan sürme işini daha eğlenceli kılmak ve uyku gelmesini önlemek için değişik şakalar yapılır, mani ve türküler söylenir.

 

Kotan sürerken söylenen şiirlere ise “horavel” denir. Horeveller macgalın “hey hey hey “ demesi ile başlar ve kıtanın sonunda hep birlikte “hoo hoo hoo “ denir. Horeveller bazen “güzelleme” bazen “atışma ve sataşma “şeklinde olur. Bazen de neşe verici, uyku dağıtıcı özellikte olur.

Kotan sürme işinin tamamlanıp bitirilmesine “Kotan Açma” denir. İşler tamamlanınca o gece tarlada yatılır. Sabah olunca kotan çalışanları çevreden çiçek, kımı ve yemlik gibi yenilen bitkilerden toplarlar. Eşyalar toplanır ve arabaya yüklenir. Öküzler kotana koşuldukları sıraya göre koşulurlar. Macgal arabanın en iyi ve en rahat yerine oturur. Öküzlerin boyundurukları çiçeklerle süslenir ve türküler söylenerek eve doğru yola çıkılır. Kotan sahibinin evine gelinir, yemek yenilir. Macgal, çocukların gözlerinden öperek gönüllerini alır. Herkes malzemesini alarak evlerine döner.

 

SAYILI GÜNLER :

 

Halk arasında, yıl içerisinde dönüm noktası olarak kabul edilen bazı sayılı günler vardır. Bu günler ya uzun yıllar gözlemlenen hava olayları ya da bu dönemlerde önemli bir olayın yaşanması sonucunda ortaya çıkmıştır. Halk arasında sayılı günler şunlardır:

 

Gün Dönümü: Gün dönümü kiraz ayının 9. günüdür (22 Haziran). Bu tarihten sonra hava iyice ısınır. Bu nedenle sebze ekimi bu tarihten sonra yapılır.

 

Eyyam-Bahur: Halk takvimine göre kotan ayının 18. günü başlayan (Ağustosun ilk haftası) haftada bunaltıcı sıcaklar yaşanır. Bu günlerde çobanlar sürülerini gölgelik yerlerde tutmaya çalışır.

 

Erbain: Kasım mevsiminin ilk 44 gününde havalar pek sert olmaz ve bu döneme “pastırma yazı” denir. Bu tarihten sonra başlayan ve 40 gün süren kuru ayaz ve şiddetli soğukların yaşandığı “Erbain” dönemi (Kara kışın 9. günü) başlar. Ölümlerin en çok bu dönemde yaşandığına inanılır.

 

Hamsin: Erbainden sonra gelen 50 günlük dönemdir. Havalar bu dönemde oldukça değişkendir. Halk arasında “Hamsin, kâh üşü,kah ısın.” sözü buradan doğmuştur. Halk takvimine göre zemheri ayının 18’ inde (31 Ocak) başlar, döl dökümünün başında (21 Mart) sona erer.

 

Hıdrellez Tipisi: Halk takvimine göre zemheri ayının 27’sinde (10 Şubat) başlayan ve yaklaşık 1 hafta süren tipilere “Hıdrellez Tipisi” denir.

 

Cemreler: ilkbaharda yaşanan; havada, suda ve toprakta meydana geldiğine inanılan sıcaklık yükselmelerine denir. Birinci cemre gücük ayının 13’ünde (20 Şubat) havaya düşer. Havada bir hafta kaldıktan sonra gece yarısı suya düşer. Suda bir hafta kaldıktan sonra toprağa düşer ve bu tarihten sonra havalar ısınır.

Berd’ül Acüz- Kocakarı Soğukları- Nenenin Gıdikleri- Harç-Borç: Bu dönem gücükün son dört günü ile döldökümünün (mart) ilk üç gününü kapsar. Normalde havaların ısınmaya başlamasına rağmen bu haftada hava çok soğuk olur. Bunun da bir hikayesi vardır:

”Çok eski tarihlerde, bir köyde oğlakları (Gıdik) çok sevdiği için koyun yerine keçi besleyen bir nine yaşarmış. Her yaz yaylaya çıkan nine, bir sene zamanı gelmediği halde havaların ısınmasına aldanarak gücük ayının sonunda yaylaya çıkar. Bir iki gün yaylada kalır ve havaların sıcak olması hoşuna gider. Bunun üzerine kış ayı ile alay eder ve kış ayı 4 gün 4 gece kar yağdırıp tipi estirir (gücükün son dört günü). Ancak nine ve oğlakları (Gıdik) ölmeyince kış, döl dökümü ayından (mart) üç gün borç alır, 7 gün 7 gece fırtına estirir, nine ve gıdikleri ölür.

 

Mart’ın Dokuzu- Leylek Fırtınası: Halk takvimine göre döl dökümü (mart) ayının sekizini dokuzuna bağlayan gece Hacı Leylek gelir. Gelirken de beraberinde kar ve tipi getirir. Bir gün önce iyi olan havalar o gün soğuk olur.

 

Abril’in Beşi : Yağmur ayının beşi (18 Nisan) hava çok soğur. Bu gece genç hayvanlar hariç, bütün hayvanlar ahırlarda beslenir. Zira bu soğukta kıştan yeni çıkan ve bünyeleri zayıf olan hayvanların dayanamayacağına inanılır. Bu günün diğer bir ismi de Camuş (Manda Kıran) dır.

 

Sitte-İ Sevr: Yağmur ayının 9’unda (21 Nisan) başlayan ve 6 gün süren soğuk ve fırtınalı günlere denir. Bu günlerle ilgili olarak “Sitte-i Sevür, kapıyı çevür.” diye bir cümle bulunmaktadır.

 

YAĞMUR YAĞDIRMA GELENEKLERİ:

 

Ekonomisi tamamen tarım ve hayvancılığa dayanan yörede, hava koşulları büyük önem taşımaktadır. İlkbahar ve yaz aylarında havaların yağışlı olması tarımsal üretimde verimi arttırırken hayvan hastalıklarının azalmasına ve hayvansal ürünlerin artmasına neden olur. Bu yüzden kurak geçen dönemlerde insanlar yağmur yağması için çeşitli çarelere başvurmuştur. Bunların arasında; yağmur duasına çıkma, garip mezarından bir taş alarak suya bırakma, godi godi gezdirme, siyah bir eşek bularak suda yıkamayı sayabiliriz.

 

Yağmur Duası : Yağmur yağmadığı zaman insanlar perşembe veya cuma günleri yağmur duasına çıkarlar. Yağmur duası için şehitlik, türbe veya o yörede kutsal olduğuna inanılan yerlere gidilir. Yağmur duasına gitmeden bir gün önce koyunlar ve inekler yavrularından ayrılır. Herkesten ekonomik durumuna göre yiyecek malzemesi alınır ve bunlar duanın yapılacağı gün kadınlar tarafından dua yerinde pişirilerek yemekler hazırlanır. Dua perşembe günü yapılacaksa öğle namazından sonra, cuma günü yapılacaksa cuma namazından sonra camiden çıkan cemaatle birlikte dua yerine gidilir. Dua okunur ve çobanlar tarafından getirilen hayvanlar yavruları ile buluşturulur. Sofralar kurulur, yemekler yenir, sahipsiz kedi ve köpeklerin payları ayrılır. Kuraklığın durumuna göre bu olay birkaç defa tekrar edilir.

Godi Godi Gezme : Yağmurun yağması için başvurulan çarelerden biri de “Godi Godi Gezme”dir. Bu olay kuraklığın durumuna göre çocuklar veya büyükler tarafından yapılmaktadır. Süpürge veya kepçeden bir bebek yapılır, kapı kapı dolaşılarak yiyecek toplanır. Toplanan yiyecekler pişirilip bir kısmı fakirlere dağıtılır, bir kısmı da hep birlikte yenir ve dualar edilir.

süslenen bebek süpürgeden yapılırsa buna “Süpürge Gelini” denir. Kepçeden yapılırsa “Çömçe Gelin” veya “Kepçe Gelin” denir.

 

Hazırlıklar tamamlandıktan sonra kafile başkanı, taşıyıcılar, arap ve diğer görevlilerden oluşan kafile “Godi Godi” gezmeye başlar. Önder kafilenin başkanıdır ve idare onun elindedir. Toplanan yiyecekleri muhafaza eder, pişirilmelerini sağlar. ”Çömçe Gelin” yapılmışsa tek başına taşır. Taşıyıcılar; ellerinde taşıdıkları kaplara topladıkları yiyecekleri koyar ve dolaşırlar.

Arap; kafilenin en ilgi çekici üyesidir. Arap rolünü alan kişi elini yüzünü kömür ile karalar, üzerine uzun bir entari giyerek Araplara benzer. Bunların dışında Süpürge Gelin’i taşımak için görevliler bulunur. Kafile önde, taşıyıcılar arkada yola çıkılır. Dolaşmaya en mert evden başlanır ve sırasıyla tüm köy dolaşılır. Kafile bir kapıya geldiğinde kapı çalınarak, hep bir ağızdan tekerleme söylenir:

 GİYİM KUŞAM :

 

Bir bölgedeki halkın giyimi; bölgedeki iklimden, coğrafi yapısından ve halkın geçmişinden getirdiği alışkanlıklardan etkilenir. Bölgemizde de giyim ve kuşam bu etkenler sebebiyle ilçeden ilçeye değişiklikler gösterebilmektedir. 1930-1940’lı yıllara kadar yörede insanların giyiminden hangi ilçeli olduğu anlaşılırken, günümüzde artık geleneksel giysiler günlük yaşamda kullanılmamaktadır.

Erkek Giyimi : Yaşlı erkekler; başlarına sarık, fes, koyun veya kuzu derisinden yapılmış yuvarlak “papak”, keçeden yapılma “börk”, kış aylarında da yünden yapılmış atkılı uçları olan “kabalak” kullanırlardı. Sarık, fes ve külahın üzerine duruma göre puşu veya çit örterlerdi.

Sırtlarına yumuşak dokumadan iç gömlek, onun üzerine çok düğmeli ve dik yakalı üst gömlek ve soldan sağa doğru çapraz kavuşan yelek, yeleğin üzerine “gazeki” adı verilen cepken, diz kapaklarına kadar uzanan yumuşak kumaştan yapılma “arkalık “ onun üzerine de paltoya benzer “çuha” veya “yamçı” giyerlerdi.

Bacaklarına yukarıdan uçkurlu, paçaları ilik düğmeli uzun iç donu, pantolon yerine belden iple bağlamalı “yığma şalvar” veya yünden yapılma, belden uçkurlu, paçaları işlemeli “Osmanlı şalvarı” giyerlerdi. Bellerinde kuşak, palaska veya işlemeli kemer takarlardı.

Ayaklarında “dizleme çorap”, yemeni, çarık, çapula, yumuşak çizme bulunurdu. Yerli gençlerinin giyimleri de aynı olurdu. Gençlerde ise giyim genelde aynı olup daha süslü ve canlı renkler tercih edilirdi.

Kadın Giyimi : Yörede kadın giyimi erkeklere nazaran daha renkli, süslü ve çeşitlidir. Kadın giyiminin belirleyici özellikleri arasında da etnik köken, yaş ve evlilik durumu bulunur.

Yaşlı kadınlar başlarına fes, takke ve külah takar, üzerine beyaz leçek onun üzerine de kalın tavşal takar, tavşalın üstünden alınlarına renkli valalardan “ çatma “ sıkarlardı.

Gelinler ve genç kadınlarda ise yaşlılardan farklı olarak başlarına “dinge“ denilen üzeri kumaşla kaplı fes olur veya “kofik” denen ağaç çember konulur, üzerine kırmızı fes veya çuha çekilirdi. Dinge ve kofik ailenin mali durumuna göre süslenir, iki tarafından uzanan ve çenenin altından boğazı tutan “buhağılık“ bulunurdu. Üstlerine de alın kısmına iki adet çatma veya “çargat” denen ince bir örtü sıkılırdı.

Sırtlarına beyaz renkli boylama “iç köynek”, onun üzerine dizlerin altına kadar inen birden fazla boylama “kaftan”, “astarlı yelek” veya “gurduşka” denen kollu yelek giyerlerdi. Bazen de “zıbın” denilen üç etekli bir elbise bulunurdu. Eteklerinin üzerine peştamal takılır, kollara da kirden korunmak ve elbiseyi yıpratmamak için lastikli “kolçak” bulunurdu. Göğüste ise üst tarafı boyna geçirilen alt tarafı bir uçkurla bele bağlanan “döşlük” yer alırdı. Bellerine yünden örme kuşak, bacaklarına ise belden uçkurlu, bilek kısımları ilik düğmeli “tuman” denilen bir çeşit şalvar ve çift katlı diz donu yer alırdı.

 

Ayaklarda ise duruma göre kısa yün çorap, nakışlı boğazlı çorap, çarık, kaloş, mes, lastik, çapula veya kundura bulunurdu.

 

HALK MUTFAĞI :

Yörede ekonomik hayatın can damarı olan tarım ve hayvancılık, halkın beslenme alışkanlıklarına da yön vermiştir. Arpa ve buğdaya dayalı tarımsal üretim hamur işi yiyeceklerin; hayvancılık ise süt ve süt mamullerinin sofralarımızda bolca yer almasını sağlamıştır. Sebze olarak patates ve fasulye daha fazla tüketilmektedir. Özellikle halk arasında “kartol” veya “kartopu” olarak adlandırılan patates, işgal döneminde yabancılar tarafından yöreye getirilmiş ve sofralarımızın vazgeçilmezleri arasına girmiştir.

İlimizin bir hayvancılık merkezi olmasına rağmen et tüketimi fazla değildir. Özelikle sığır eti tüketimi azdır. Ancak kaz, tavuk, hindi ve ördek gibi kümes hayvanları fazlaca beslenmekte ve etinden faydalanılmaktadır. Özelikle kaz etinin yörede ayrı bir yeri vardır.

Yörenin geleneksel yemek anlayışında, kahvaltılarında yağlı yiyecekler yer alır. Bunun sebebi insanların daha iyi çalışmasını sağlamaktadır. Kahvaltılarda çok yemek yenmesi makbuldür. Öğlen yemeklerinde ise çorba veya fazla yağlı olmayan yiyecekler tercih edilir ve fazla yenmemesi adettir. Akşam öğününde ise gece rahat uyumak ve vücudu rahatsız etmemek için hafif yemekler tercih edilir ve oldukça az yemek yenirdi. “Sabah yemeğini kendin için ye, öğlen yemeğini bir dostunla bölüş, akşam yemeğini düşmanına yedir.” atasözü bu alışkanlığımızın en güzel ifadesidir. Sofralarımızın “olmazsa olmaz”ları ekmek ve peynirdir. Hangi öğün olursa olsun hangi yemek bulunursa bulunsun mutlaka sofrada ekmek ve peynir vardır. Yörede ekmek tüketimi oldukça fazladır. Öyle ki bu nedenle halk arasında “Yemek yeme“ kavramı yerine “Ekmek yeme “ kavramı kullanılmaktadır. Ekmeğe bu kadar önem veren Ardahanlı, ekmeğini çeşitli unlardan yapmaktadır (buğday,arpa ve mısır unu vs.).

Pağaça (pağaç), bazlama, fırın ekmeği, tandır ekmeği, lavaş, gagala, saç ekmeği, yufka, fetir, içli pağaça, kömbe, mısır ekmeği, gevrek, bulama, kerdiğe, yöremizde yapılan ekmek çeşitleridir.

Peynir ise en çok kullanılan “katık” türüdür. Halk arasında en çok tüketilen peynir, yaz aylarında yapılıp kışın tüketilen “deri peyniri”dir (tuluğ, tulum peyniri ). Deri peynirinin birazcık küflenen ve yeşilimsi renge bürüneni en makbulüdür. Bu rengi nedeniyle başka yöreden gelen insanlar tarafından “küflü peynir” diye adlandırılmaktadır. Deri peyniri sofralarda iyi bir katık olmanın yanında doğal bir “penisilin” görevi de görmektedir. Evlerde yapılan diğer bir peynir çeşitleri de; gorcola, çeçil, tel çeçil, kaymak altı, yağlı peynirdir. Kaşar peyniri ise mandıralarda ticari amaçla üretilmekte ve yöre ekonomisine önemli katkı sağlamaktadır. İlimizde bazı yerlerde “aş” olarak adlandırılan çorbalarda da süt ürünlerinin, tahıl ve unlu mamullerin etkisi çoktur. Ayrıca yaban otlarından da oldukça güzel çorbalar yapılmaktadır. Ayran çorbası, bulgur çorbası, kurut çorbası, kesme çorbası, süt çorbası, helle çorbası, puşruk çorbası, süt ürünlerine ve unlu mamullere dayalı çorbalardır. Cincar çorbası, e

velik çorbası, kuşekmeği çorbası ise yabani otlardan yapılan çorbalardır.

Hamur işi yiyeceklerin Ardahanlının damak zevkinde ayrı bir yeri vardır. Hamur işi yiyecekler bazen yağda kızartılarak yapılır bazen suda haşlanır bazen fırında bazen de saçda yapılır. Misafirlere en çok ikram edilen yiyeceklerin başında bunlar gelir. Bişi, mafiş, lokum en önemlileridir. Suda haşlanan yiyeceklerin en önemlisi de hingal’dır. Hingal; açılan yufkanın kare kare kesilip içerisine et veya kavurma konularak kapatılıp suda pişirilmesi ile yapılır. Halk arasında en çok sevilen kaz etinden yapılan kaz hingalıdır. Yufkanın içine bir şey konmadan kare şeklinde kesilip boş pişirilenine de kayıtma denir. Bunlar servis yapılırken üzerine sarımsaklı yoğurt ve yanmış yağ serpilir. Diğer çeşitleri de kesme makarnası, yumru makarna, gançlama, erişte ve cumur’dur. Bir de tepside ve saç üzerinde yapılan hamur işleri vardır. Bunlar daha çok üzerine yağ sürülerek veya içerisine “iç” konularak yapılan kete’dir. Daha çok ev halkının zevkine ve isteğine bağlı olarak içli veya sade olarak yapılırlar.

Et ise bazen yemeklere katılarak bazen kıyma yapılıp köfte olarak bazen pastırma yapılarak bazen de kavurma yapılarak değerlendirilir. Yöremizde sığır etinden daha çok kaz eti tüketilmektedir. Öyle ki kaz üretim ve tüketiminin kendine has gelenekleri ve kuralları oluşmuştur.

 

 

ARDAHAN AĞZI :

Ardahan konumu itibariyle Anadolu’ya Türkler tarafından yapılan akınların ve yerleşmelerin geçit noktalarından biri olmuştur. Ardahan ve çevresi 1064 yılında başlayan Oğuzların Anadolu’ya yerleşmelerinin merkezi olurken, Azerbaycan Türklerinin ve Terekemelerin göçlerinin sığınağı olmuştur. Yüzyıllar boyunca bölgedeki devletler arasında yapılan mücadelelere mekan olan yöre; savaşlar, işgaller, tutsaklıklar ve katliamlara sahne olmuştur. Bu olaylar bazen yakın bölgede bulunan insanların Ardahan’a bazen de Ardahan’da yaşayanların başka bölgelere göç etmesine sebep olmuştur. Bu göçler ise farklı Türk boyları arasında kültür etkileşimini sağlamış, farklı dil ve ağız özelliklerini bir araya getirmiştir. Bugün Ardahan’da üç değişik ağız bulunmaktadır.

 

  • Ardahan-Posof yerli ağzı

  • Türkmen ağzı

  • Terekeme-Azeri ağzı.

 

 

Ardahan- Posof Yerli Ağzı : Bu ağızla konuşan Türk kolu, yöreye yerleşen en eski Türk topluluklardan biri olup bugün Ardahan, Hanak, Posof ilçe merkezleri ve bu merkezlere bağlı olan yerli köylerinde, Çıldır ve Göle’nin bazı köylerinde ikâmet etmektedirler. Halk arasında “Gagavan” ve “Çin-Çavat” isimleri ile adlandırılan Ardahan- Posof yerlileri 12 y.y.da buralara gelip yerleşen ve o dönemde hristiyan olan Kıpçak Türklerindendirler. Daha sonra müslümanlığı seçen “yerli”lerin ağız özellikleri Erzurum ve Kars ağızlarından farklılıklar göstermekte ve Kıpçak ağız özelliklerini taşımaktadır. Etnik yapı açısından Ardahan-Posof bölgesi; batıda Çoruh boyları kuzeyde de Ahıska ile bir uyum sağlamakta ve ağız özellikleri bakımından buralarla birlik göstermektedir.

 

Türkmen Ağzı : Damal ilçe merkezi ve köylerinde yaşayan Türkmen vatandaşlarımızın alevilik inancına sahiptirler. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan döneminde Maraş yöresinden gönüllü olarak getirilmiş ve buralara yerleştirilmişlerdir. Gelenek ve göreneklerine oldukça bağlı olan Türkmen vatandaşlarımız, ağız özelliklerine de sıkı sıkıya bağlı kalmış ve yörede ayrı bir ağız grubu oluşturmuşlardır. Ahıskalı Aşık Haydari bir şiirinde Damal-Hanak Türkmenlerini şöyle anlatmıştır:

 

Terekeme- Azeri Ağzı : Çıldır merkez ve köylerinde, Ardahan ve Göle’nin bazı köylerinde yaşayan Terekemeler halk arasında “Karapapak” diye adlandırılmaktadır. Bunlar 1828 yılında; yaşamakta oldukları Kuzey Azerbaycan’ın borçalı ve kazak bölgelerinin Ruslara geçmesi sonucu buraları bırakıp Ardahan ve Çıldırın köylerine yerleşmişlerdir. Ağız özellikleri incelendiğinde hem Kıpçak hem de Oğuz-Türkmen ağızlarının özellikleri görülmektedir. Bu durumun; Terekemelerin, Kıpçakların, Türkmenlerin kaynaşması sonucu oluştuğunu akıllara getirmektedir.

 

HALK OYUNLARI :

 

Ardahan farklı kültürlerin etkileşim içinde bulunduğu bir coğrafi alandadır. Bu nedenle halk oyunları açısından son derece zengin bir ildir. Türkiye’de halk oyunları karakter yapısı, figürleri ve oynayış biçimlerine göre yedi bölgeye ayrılmıştır. Bunlar bar, halay, horon ve karşılama, hora, kaşık ve oturak oyunları ile zeybek bölgeleridir. Ardahan ise ‘’bar bölgesi’’ içine girmektedir. Bar oyunları; oynayanların yan yana gelip serçe parmakları ile tutuşarak daire veya yarım daire şeklini almalarıyla oynanır. Yöredeki bar oyunları bazen çalgı ile bazen de çalgısız olarak oyuncuların kendi kendilerine söyledikleri türkülerle oynarlar.

Çalgısız Oyunlar: Oyunculardan biri veya birkaçı, birlikte bir mani veya türkü söyleyerek oyunu başlatır. Bir kıta türküden sonra halayın tamamı veya bir kısmı türküyü tekrar eder. Türkünün diğer grup tarafından tekrar edilmesine çevirme, çevirmeli olarak söylenen oyun türkülerine de ‘’Nanay’’ denir. Ağırdan başlayan türküler gittikçe hareketlenir. Buna bağlı olarak da oyunlar hareket kazanır.

Çalgılı oyunlarda baş çalgı davul ve zurnadır. Davul ve zurna, özellikle düğünlerin vazgeçilmez çalgılarıdır. Bunların dışında mey, tef ve bağlama gibi enstrümanlar da kullanılır. Bu oyunlarda da ağırdan başlanan oyun giderek hız kazanır. Oynanan oyunların birçoğunun hikâyesi bulunur. Yapılan her figür farklı bir duygunun ifadesidir. Erkek figürleri daha sert bayanların ise daha naziktir.

Tekli, ikili ve üçlü oyunlarda erkekler kartal bayanlar ise güvercini temsil ederler. Erkekler kollarını yanlara doğru tam açar ve yukarıya doğru kaldırırken heybetli bir kartalı andırır. Bayanlar ise kollarını dirseklerinden kırar, ellerini hiçbir zaman omuz hizasından yukarı geçirmezler ve oyun alanında adeta bir güvercin gibi süzülürler. Bugün bilinen 100’e yakın halk oyunu bulunan ilimizde bu oyunlar: oda oyunları, çiftli-ikili oyunlar, temsili oyunlar ve barlar olmak üzere 4 gruba ayrılırlar.Bunlar:

 

 

Oda Oyunları : Kapalı alanlarda el davulu, zilsiz def, mey ve saz gibi enstrümanlar eşliğinde oynanır. Türkmen vatandaşlarımızın oynadığı ‘’semah’’lar da bu gruptadır. En önemlileri; karabağ, ağır terekeme, on dört ve taşkırandır.

 

Çiftli-İkili Oyunlar : Davul ve zurna eşliğinde geniş alanlarda oynanır. En önemlileri:Şeyh Şamil,hançer barı, karadonlu ve beş açılandır.

 

Temsili Oyunlar : Yöresel enstrümanlar, esprili sözlerle dolu türküler eşliğinde oynanır. Deli kız, teşi, pişik oyunları bunlardan bazılarıdır.

 

Barlar : Barlar bazen sadece erkekler bazen sadece bayanlar tarafından oynanır.Bazen de karışık (alaca bar) oynanır. Bir barda en az beş kişi bulunur. Bunlara “bar başı, koltuk, orta, orta yanı ve pöçük oyuncusu” denir. Barlarda oyuncular tam veya yarım daire şeklinde hizalanır. Oyun yönü “ters bar” hariç soldan sağa doğrudur. Birkaç oyun dışında bütün oyunlar; üç adım ileri, üç adım geri atılarak oynanır.

 

EL SANATLARI

HALICILIK :

Üretildiği yere göre yün, pamuk veya ipek iplikten dokunan bir yaygı olan halı , ilk olarak Orta Asya ve Batı Asya’da geliştirilmiştir. İlk zamanlarda bir yer yapısı olan halı, daha sonra özellikle doğuda bir süs eşyası olarak da kullanılmaya başlanmıştır. Çadır kapısı, yer sergisi, masa örtüsü, sedir örtüsü, gölgelik ve duvar halısı olarak insanların farklı ihtiyaçlarına cevap vermiştir.

Türk kültürünün de önemli bir parçası olan halı, Anadolu’nun her köşesinde dokunmakta, her yöre kendine has desenlere kendi duygularını katarak bu mirası gelecek nesillere aktarmaktadır. Türklerin dört parçadan oluşan halı takımına “deste” denilmektedir. Bu parçalardan biri ortaya (meyane), ikisi onun kenarlarına (kenare), birisi de pencere kenarına (serendaz) serilirdi.

Halıcılığın en çok geliştiği bölgeler; Türkistan, Kafkasya, Anadolu, İran, Mısır, Çin, ve Avrupa’dır. Halı çeşitleri içinde en çok rağbet görenleri Kafkas, İran, Çin ve İspanyol halılarıdır. Halının kalitesi düğüm sayısına göre ölçülür. Düğüm sayısının fazlalığı halının kalitesini de artırır. İpliğin çözgülere düğümlenme şekillerine göre farklı isimler alan düğümün en eskisi “Türk” yada “Gördes düğümü”dür. Bu düğüm Kafkas ve Anadolu halılarının dokunmasında kullanılmaktadır.

Dokumada kullanılan yün, ipek ve pamuk ipliklerinin renklendirilmesinde de 19. yy öncesinde doğal yöntemler kullanılmıştır. Doğal boyalar yöreye göre bazen çivit, sumak, katırtırnağı, çivitotu, ağaç kabuğu ve yaprağı gibi bitkilerden bazen minerallerden bazen de böcek veya yumuşakça türü hayvanlardan elde edilmiştir.

Her ulus dokuduğu halıya kendi kültür öğelerini taşıyan figürleri işlemiştir. Halının süslemesinde kullanılan bu figürler geometrik, stilize ve doğalcı olarak üç kısma ayrılmıştır. Geometrik figürler arasında çokgen, yıldız ve haç; stilize figürler arasında karmaşık kıvrık dallar, palmiye desenleri ve küf yazısı; doğalcı öğelerde ise servi ağacı, çiçek açmış meyve ağacı, söğüt ağacı, kuşlar, yaban hayvanları ve Çin ejderleri en çok görülenleridir.

Kafkasya’da çok yaygın olan halıcılık ilk önce İran etkisinde kalmışsa da daha sonra yerel öğelerin yorumlanmasıyla özgün bir Kafkas usulü oluşmuştur . Bu halılarda kullanılan motiflerin başında dört ayaklı hayvan figürleri, geometrik şekiller ve ejder figürleri gelir.

Tarihi ve kültürel değerler açısından oldukça zengin bir mirasa sahip olan ilimizde de halıcılık oldukça yaygındır. Yöre kadınları, tarih boyunca evlerindeki tezgahlarda dokudukları halılarla bu kültürü günümüze kadar taşımışlardır. Yörede dokunan halılarda Kafkas-Osmanlı-Türk sentezinin izleri görülmektedir. Selçuklu halı sanatının hayvan ve bitki motifleri, Osmanlının geometrik ve dinsel motifleri en çok kullanılan figürlerdir. Halı dokuyan genç kızlarımız, dokudukları halılara yeni renkler ve desenler katarak duygularını dile getirirler. Yörede bulunan her ailenin kendine has özel desenleri olup halılarda kullanılan her motif ve renk ayrı bir duygunun ifadesidir. Kadınlarımızın el emeği göz nuru olan yöresel Kafkas halılarında nilüfer çiçeği mutluluğu, daire sonsuzluğu anlatırken, beyaz saflığı, siyah hata ve yanlışlıkları, kırmızı hareket ve din sevgisini, sarı kötülük ve üzüntüyü, mavi ise güç ve doğruluğu simgeler. Kullanılan desenlerin kendine has isimleri bulunmaktadır. Gelin tacı, pernik, çengel, kilim, yüzükoyun ve gül dalı en çok kullanılan desenlerdir.

Bu kültür mirasımızı gelecek nesillere taşımak ve tanıtımını yapmak, genç kız ve kadınlarımıza yeni istihdam alanları yaratmak amacıyla gerek Valiliğimiz gerekse Halk Eğitim Merkezi Müdürlüklerimizce çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. İl ve ilçe Halk Eğitim Merkezi Müdürlüklerince kurslar açılmakta ve gençlerimize eğitim verilerek halıcılığın il geneline yaygınlaştırılması amaçlanmaktadır.

Yöresel Kafkas halılarını dünyaya tanıtmak, kültürel değerlerimizi yaşatmak ve geliştirmek ayrıca işsiz gençlerimize iş imkanı sağlamayı amaçlayan Valiliğimiz, Ardahan İlini Kalkındırma ve Geliştirme Vakfı’na bağlı olarak Halıcılık Limited Şirketi’ni kurmuştur. Şirket atölyelerinde; 32 tezgahta ortalama 40 kişi çalışmakta, üretilen halılar pazarlanmaktadır.

İlimizde dokunan halılarda doğal ve canlı renkler elde etmek için bitkilerden, köklerden ve meyvelerden boyalar hazırlanmaktadır. Genellikle ev halısı üretilen bu atölyelerde isteğe göre araba halıları, çantalar, isimlikler, minderler ve duvar yastıkları da dokunmaktadır. Çalışanlara ilmik başına ücret ödenmekte olup ortalama günde 4-5 bin ilmik atılmaktadır.

 

HALICILIK LİMİTED ŞİRKETİ : 2 Temmuz 1998 tarihinde Ardahan ilini Kalkındırma ve Geliştirme Vakfı’na bağlı olarak kurulan şirketin amacı; Ardahan’ı kalkındırma olup yöredeki işsiz bayanlara maddi imkan sağlayarak ekonomik katkıda bulunmak, kültürel değerlerimizi yaşatmak ve geliştirmektir. Toplam 80 kişilik kapasiteyle 32 tezgahtan oluşan bu tesiste, 40 kişi istihdam edilmektedir. Tesiste dokunan tamamı yün iplikten ve kök boyadan imal edilen Kafkas halıları, desen itibarîyle Ardahan Kültürünü yansıtmaktadır. Ebatları 3- 3,5- 4,5 m2 den oluşan bu halıları üretebilmek için işçiler günde ortalama 4-5 bin düğüm atmaktadırlar. Ayrıca isteğe göre atölyelerde araba halıları, çantalar, isimlikler, minderler ve duvar yastıkları da dokunmaktadır.

Desenlerimiz vakıf bünyesinde çalışan desinatör tarafından çizilmektedir.

Ardahan ekonomisine katkıda bulunacak sektörlerden biri de Halıcılıktır. İlimizde önceden kurulmuş bulunan Halıcılık Limited Şirketi’nde üretilen halıların pazarlanmasında sıkıntılar yaşandığı için Sümer Holding ile görüşülerek halıların Sümer Holding tarafından pazarlanması konusunda anlaşılmıştır.

 

KİLİM :

Göçebe kavimlerin en önemli yaygılarından olan kilim; Orta Asya , Balkanlar ve Anadolu’ya özgü bir dokumadır.Halıdan farklı olarak yüzey ipliklerinin tek tek ilmikleri kesilerek değil , ipliklerin çözgülerin arasından sürekli olarak geçirilmesiyle oluşur. Örülen kilimin yüzeyi düz bir görünüm kazanır ve iki yüzeyi arasında fark bulunmaz. Anadolu’nun daha çok orta, batı ve doğu bölümünde dokunan kilim, bulunduğu yörenin özelliklerini taşır.

Dokuma tekniği bakımından geometrik figürlerinin işlenmesine elverişli olan kilimde en çok görülen desenler; kuş, boynuz, kaz ayağı, güneş, çiçek, ırmak, dağ gibi doğadan ve insan yaşamından alınmış öğelerdir.

İlimizde kilim dokumacılığı az da olsa devam etmektedir. Yöre insanı kilimlerinde tamamen kendine özgü yöntemlerle elde ettiği boyaları kullanmaktadır. Kadınlarımız gazel adını verdiği bitki kökünü kaynatarak kahverengi, evelik kökünden kırmızı, samanı kaynatarak sarı, mantı suyuna attığı paslı demirlerin pasını attıktan sonra gazel kökünü de katarak siyah rengi elde etmiştir.

zel bir renk armonisine sahip olan kilimlerimiz sadece rengiyle değil kalite ve desen zenginliğiyle de mükemmel bir dokumacılık örneğine sahiptir.

Kilim tezgahı yere paralel şekildedir. 6 m2’lik bir kilim tek kişi tarafından 75-80 günde tamamlanmaktadır. En güzel kilim örnekleri Göle, Çıldır ve Damal ilçelerimizde bulunmakta olup köylerimizde 100-150 yıllık antika değerindeki kilimlerle karşılaşmak mümkündür.

 

HASIR :

 

Yöremizde; daha çok eski dönemlerde kullanılan yaygı çeşitlerinden birisi de hasırdır. Kurumuş sazlıktan yapılan ve herhangi bir maliyeti de bulunmayan hasırlar, dokunmasının kolay olması nedeniylede halk arasında tercih edilen bir yaygıdır.

Hasır sulu alanlardaki sazlıklardan toplanan sazlardan yapılır. Bunlara “cil” toplanmasına da “Cil Çekme” denir. Bu işler genelde kadınlar tarafından yapılır. Toplanan ciller önce kurutulur ve kurutulduktan sonra bir kısmı ılık suda nemlendirilerek örülüp kalın ve uzun ip haline getirilir. İp haline getirilen ciller hasır tezgahlarında dikey biçimde gerilir. Kalan ciller de yine nemlendirilerek bu iplerin bir altından bir üstünden geçirilerek hasır haline getirilir. Hasırlar bazen sade bazen de desen verilerek yapılır.

Hasır; rutubeti ve havayı geçirmeme özelliğine de sahiptir. Eski dönemlerde yer ve duvar sergisi olarak kullanmasının yanında zemine serilerek halıyı nemden korumaya yarardı. Bunun dışında kullanımının kolay olması nedeniyle tahıl, yün ve tüy serip kurutma gibi günlük işlerde de sıkça kullanılmaktadır.

 

KEÇE :

 

Keçe; yün, kıl veya pamuğun ıslatıldıktan sonra dövülerek liflerinin birbirine kaynaştırılmasıyla elde edilir. Keçe bazen örtü, sergi ve çadır olarak bazen de giysi yapımında kullanılırdı.

Keçeciliğin yaygın olduğu yörelerin başında Orta Asya gelmektedir. Göçebe Orta Asya Türklerinin yaşamında önemli bir yer tutar. Çok eski dönemlerde, buralarda yapıldığı bilinmektedir. Türklerin Anadolu’ya yerleşmesiyle birlikte keçecilik de bir zanaat haline gelmiştir. Anadolu Selçukluları döneminde, Ahilik örgütü içinde yer alan esnaf loncaları arasında keçecilik de vardır. Keçeci kalfalar, yıllar süren çalışmalarla kendilerini yetiştirdikten sonra dükkan açma hakkını kazanırlardı.

Yöremizde hayvancılığın yaygın olması özellikle de eski dönemlerde küçükbaş hayvan sayısının fazlalığı, keçeciliğin gelişmesine neden olmuştur. Bazı köylerimizde geleneksel yöntemlerle az da olsa hâlâ yapılmaktadır.

Keçe yapımı için öncelikle koyunların sırtından kesilen yünler suda ıslatılıp yıkanır ve temizlenir. Temizlenen yün elde tiftiklendikten sonra yaylarla lif haline getirilir. Yere serilen çadırın üzerine büyük bir bez serildikten sonra nemlendirilen yünler bu bezin üzerine yayılır. Yün yayılırken keçe ustası tarafından renklendirilmiş yünlerle desen oluşturulur. Daha sonra bezin uçları yünün üzerine katlanır ve içine uzun bir ağaç konularak çadırla birlikte rulo haline getirilir. Yün liflerinin iç içe kaynaması için rulo belirli aralıklarla sıcak suyla ıslatılarak insanlar tarafından tekmelenir. Rulo, keçe haline getirilinceye kadar bu işlem sürdürülür. Hazır hale gelen keçe sıcak su dökülerek çıkarılır.

Keçe yapımı halk arasında bir şenlik haline getirilmiştir. Köy halkı keçe yapılan evde toplanır ve ev halkı tarafından hazırlanan yiyecekler gelenlere ikram edilir. İkramlar bişi , katmer, feselli ,mafiş, gevrek gibi hamurdan yapılan yöresel yiyeceklerdir.

 

DAMAL BEBEĞİ :

Damal ilçemiz ve yöresi, Orta Asya’dan Avrupa’ya göç eden Türk boylarının geçiş güzergahında bulunan bir yerleşim alanıdır. Yöre halkı “Türkmen” olup günümüze kadar kendi gelenek ve göreneklerini korumuşlardır. Bu yörenin en önemli özelliliklerinden biri, yörede yaşayan kadınların Orta Asya Oğuz Türkleri’nin kıyafetlerini kullanmalarıdır. Bu kıyafetler; üç etek, önlük, gömlek, şalvar, yelek, cepken, göğüslük, tor, fes, takke ve kolçak gibi parçalardan oluşur.

Günümüzde de kullanılan bu kıyafetler giyinenin yaşına, sosyal durumuna ve ekonomik gücüne göre değişiklik gösterir. Örneğin bu kıyafetin bir parçası olan göğüslüğün koyu renkli kumaştan yapılanını yaşlı kadınlar ve dul kadınlar, tamamen boncuktan yapılanını ise genç kadınlar giyer. Genç, evli, çocuklu , dul ve oğlu askere gitmiş kadının gelinin, ninelerin taktıkları başlığın farklı özellikleri vardır. Yeni evli kadın en az beş entari, üç etek, bir yelek giyer.

Geçmişte yöre kadınları bu kıyafetlerin küçüklerini, ağaçtan yapılan bebeklere giydirerek çocuklarına oyuncak yapmaktaydılar. Günümüzde bu giysiler plastik bebekler üzerine giydirilerek meraklılarına satılmaktadır. Bu giysiler iyi bir işçilik ve el emeği ile kumaş bezler üzerine boncuklarla işlenerek yapılmaktadır.Damal bebeği, 1996 yılında Japonya’da düzenlenen “Yöresel Folklorik Bebekler” yarışmasında el emeği kategorisinde dünya birincisi olmuştur.

ÂŞIKLAR

Edebi kültürümüzün yapı taşlarından biride “Âşık Edebiyatı”dır. Tarihimizin sosyal ve kültürel olaylarını günümüze taşımada en önemli araçlardan biri olan âşıklık geleneği aslında islamiyet öncesi ozanlık geleneğinin bir devamıdır. Ozanlar kopuz eşliğinde söyledikleri şiirlerle yaşadıkları toplumun duygu ve düşüncelerini dile getirmişlerdir. Tarihi olayları şiirlerine konu etmişlerdir. Ozanlar, kopuz çalıp şiir söylemelerinin yanında büyücülük, oyunculuk, hekimlik gibi işler de yaparak çevrelerine yardımcı olmuşlardır. 15.y.y.da İslamiyet’in de etkisi ile ozanların yerini, saz çalıp türkü ve şiir söyleyen âşıklar almıştır.Asırlar boyunca Anadolu’da sayısız saz şairi ve âşık yetişmiştir. Bunlar halkın geleneklerini ve göreneklerini, acılarını, mutluluklarını konu alan sayısız eser bırakmıştır. Halk şiirine bugün bile merak ve ilgi duyulmasının sebebi, halkın içinden gelen insanlar tarafından halkın duygularının dile getirilmesidir.

Âşıklar şiirlerini koşma, yedekli koşma, siçilleme, semai, destan ve divani tarzlarında söylemiştir. Hece ölçüsü ile yazdıkları şiirlerinde nazım birimi dörtlüktür. En çok kullandıkları hece kalıpları 7 –8-11 ve 15 tir.

Anadolu’da âşıklık geleneğinin en yaygın olduğu coğrafya Kars-Ardahan-Erzurum yöresidir. İlimizde bu geleneğin en önemli temsilcileri Âşık Şenlik, Âşık Zülali ve Âşık Mazlumi’dir.

AŞIK MAZLUMİ: Ardahan’ın Hanak ilçesinde dünyaya gelen ve asıl adı Ahmet olan Aşık Mazlumi’nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, 1855-1922 tarihleri arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. İlk tahsilini Ortahanak’ta yaptıktan sonra bu yörenin kültür merkezi olan Ahıska’ya giderek medrese eğitimi almıştır. Daha sonra memleketi Ortahanak’a gelerek burada imamlık yapmıştır.

Saz çalmayı bilmediği için şiirlerini irticalen söylemiştir. Ancak kendi el yazısı ile yazdığı şiirlerini topladığı defteri kaybolduğu için birçok şiiri günümüze ulaşmamıştır.

Bölgenin Ruslar tarafından işgal edildiği dönemlerde yaşayan Mazlumi, bu dönemdeki esaret ve zulümleri şiirlerinde dile getirmiş, yöre halkına önderlik etmiştir. Yaşadığı dönemin sosyal ve siyasi olaylarına kayıtsız kalmayan, halkını bilinçlendirmeyi kendine görev edinmiş vatansever bir şairdir.

Şiirlerinde vatan, millet, din, aşk ve hayat temaları, ağırlıkla işlenen konulardır. Şiirlerinde ağır bir dil kullanmamış, duygularını sade halk dili ile ifade etmiştir.

 

Şairin dünyevi güzellikler peşinde koşan Gönül ile onu mantıklı olmaya çağıran Akıl arasındaki çatışmayı dile aldığı ve sonunda aklın galip geldiği “Akıl ile Gönül Destanı”ndaki birkaç dörtlük şöyledir:

 

AŞIK ŞENLİK : Âşık Şenlik, 1850 yılında Çıldır ilçesinin Suhara (Yakınsu ) köyünde dünyaya gelmiştir. Asıl adı Hasan’dır. Babası, Kadirgiller’den Molla Kadir’dir. Çiftçilikle uğraşan orta halli bir köylüdür. Annesi Zeliha Hanım okuma yazma bilen, zeki görgülü ve bilgili bir kadındır.

Hasan, yöredeki her çocuk gibi Âşık Meclislerinde destan ve cenk hikayeleri dinlemeye meraklıydı. Her akşam babası ile birlikte Âşık Meclislerine gider; cenk, destan veya şehit menkıbeleri dinlerdi.

Bir av tutkunu olan Hasan, on dört yaşına geldiğinde ava gider ve iki gün boyunca orada uyuya kalır. Uyandığında “Âşık Şenlik” mahlası ile söylediği ilk şiirinde şairlik kudretini bulduğunu, rüyasında Allah’ın cemalini gördüğünü ve kudretinden ders alarak Arapça, Farsça, İbranice dillerini öğrendiğini söyler.

Âşık Şenlik ne bir medrese eğitimi görmüştür ne de bir hocadan ders almıştır. Ancak üstün zekası ve keskin hafızası sayesinde elde ettiği bilgilerle bu açığı gidermiştir. Ahılkelekli Âşık Nuri’den saz çalmasını öğrenen Şenlik’in ünü hızla yayılmıştır.

1913 yılında davet edildiği Revan’da, Revan Hanlarının ünlü âşıkları ile karşılaşır ve onlardan üstün gelir. Bunun üzerine âşıkları yenilen ve kendi itibarları azalan Revan Hanları, Âşık Şenlik’in yemeğine zehir koyarlar. Revan’da hastalanan Şenlik Çıldır’a gelirken Arpaçay’ın Dalaver Köyünde ölür, cenazesi Suhara’ya getirilerek burada toprağa verilir.

Âşıklık geleneğinin önde gelen ustalarından biri olan Âşık Şenlik, yaşamı boyunca birçok çırak yetiştirmiş ve kendisinden sonra gelen âşıkları da etkilemiştir. Yaşadığı dönem itibari ile Rus işgalini gören, göç ve felaketlere tanık olan Şenlik’in edebi kişiliği bu olayların bıraktığı duygularla şekillenmiştir. Âşık Şenlik; divani, koşma, yedekli koşma, tecnis, şeki/sicilleme, destan, türkü ve bayati gibi halk şiirleri türünde eserler vermiştir.

ÂŞIK ZÜLALİ : Âşık Zülali, 1873 yılında Posof’un Suskap köyünde doğmuştur. Asıl adı Yusuf Kökten’dir. ilk tahsilini köyünde yapmış medreseyi ise Digor’da tamamlamıştır. Kültürlü bir zat olan dedesinin onun eğitiminde önemli etkileri olmuştur. Âşık Zülali, İstanbul’da müderris olan ağabeyinin yanına giderek orada medrese eğitimine devam etmiş ve Arapça-Farsça öğrenmiştir.

On iki yaşındayken gördüğü iki rüya ile bade içmiş ve halk âşığı olmuştur. Bu tarihten sonra “Zülali” mahlası ile şiirler söylemeye başlamıştır. 1893 yılında Bursa’ya giderek Posof ve Artvinli 93 muhacirlerini ziyaret etmiş ve orada Hamidiye Ziraat Mektebi’ne girerek üç sene okumuştur. 1896 yılında bir hastalık sebebi ile Posof’a dönmüş ve yöre halkını düşman işgaline karşı bilinçlendirmeye çalışmıştır. 1904 yılından itibaren sazı bırakarak mekteplerde Türkçe ve Din dersi hocalığı yapmaya başlamıştır. 1910 yılında Bursa’ya, oradan da Afyon’a göç etti. 1946 yılında Eskişehir’in Çifteler ilçesine geldi, burada imamlık yaptı. 18.12.1956 tarihinde Eskişehir’de vefat etti ve Çifteler ilçesinde toprağa verildi.

Devrinin en önemli üç âşığından biri olan Âşık Zülali ( Çıldırlı Âşık Şenlik, Narmanlı Âşık Sümmani ) savaşların ve felaketlerin olduğu bir dönemin çocuğu olarak yetişti. Bulunduğu dönemin zorluklarına rağmen okuyarak kendisini aydın bir insan olarak yetiştirdi. Yaşamı boyunca çok yer değiştirmek zorunda kalması nedeniyle aşk, tabiat, gurbet, ayrılık, memleket sevgisi, yoksulluk, nasihat, tasavvuf ve sosyal hadiseler onun şiirinin başlıca temasını oluşturur.

 

 

GENÇLER ARASINDA OYNANAN OYUNLAR

Mayıs 10, 2007

 Uzun kış gecelerinde, gençler arasında, haftanın belirli günlerinde eğlenceler düzenlenirdi. Bu eğlenceler, grupda bulunan kişilerin evlerinde yapılırdı. Buna, “sıra” ismi verilirdi. Bu eğlencelerde oynanan oyunların hepsi, dayak atma ve aldatmaca üzerine kurulurdu.

HOCA: Oyuna katılanlar, hoca ve üç öğrenciden ibarettir. Hocaya bir kavuk giydirilir, kavuğun ortasına bir tas su konur. İlk konuşmayı hoca alır:

“-Şam’dan geliyorum, amacım üç öğrenciye ders vermektir.” dedikten sonra oyunu bilmeyen üç kişi öğrenci olarak seçilir. Hoca, öğrencilerine ders vermeye başlar. “-Ayak bütün, baş bütün hocanındır” bütün öğrenciler bunu tekrarlarlar. Bu arada hoca, öğrencilerden izin ister:

“-Benim hanım hastalanmış; onun için fazla kalamıyacağım, beni unutmamanız için sizlere birer anı vermek istiyorum” diyerek birinci öğrenciye teşbihini, ikinci öğrenciye bastonunu verir, üçüncü öğrenciye dönerek:

“-Evladım sana verecek bir şeyim kalmadı. Sen de şu kavuğumu hatıra olarak al” der ve kavuğunu çıkarır. Su dolu tası oyunu bilmeyen öğrencinin üzerin döker.

KÜLAH OYUNU: Oyunu oynayacak her kişi, kağıttan birer külah yaparak başlarına geçirirler. Bir tepsinin üzerine, gaz ve karışımı yayılır. Oyuncular, kağıttan külah başlıklarıyla, tepsinin üzerine eğilirler, bu arada, bir başka kişi, tepsinin üzerindeki karışımı kibritle tutuşturur. Külahı yanan kişinin, hemen kaçması gereklidir. Kaçmayanlar, oyunu seyredenler tarafından dövülürler.

YAĞCI: Oyunu bilen bir kişi, yağ satıcısı olarak; bilmeyen biri de yağ tuluğu olarak seçilir. Yağ satıcısı, elinde bastonu, beli bükük olarak odaya girer; muhtar kuruluna gelerek, yağ satışı için izin ister. İzin verilir, satıcı, yağını getirmek için odadan çıkar. Bir müddet sonra, odaya, yağ tulumu rolündeki genci, sırtına sıkıca iplerle bağlamış olarak döner. Yağ tulumunun ağzı bir bezle sıkıca bağlanmıştır. Muhtar kurulu, yağı kontrol eder ve satış başlar. Önce muhtara, yağı alması için teklif gelir. Muhtar, elindeki iğneyi yağ tulumuna batırır; sonra sıra ile, herkes ellerindeki iğneyi tuluma batırırlar. Yağ tuluğu, sıkı sıkı bağlı olduğu için kımıldıyamaz ve bağıra-maz.

BERBER: Oyunu bilen bir kişi, “ben berberim” der ve köy muhtarından iş ister. Muhtar, iş isteyen kişiye izin verir. Sonra, masa yapabilmek için tahta ister; muhtar da oyunu bilmeyen iki kişiyi tahta diye verir. Oyuncu berber, iki gencin ayaklarını ve kollarını, gergin şekilde bağlar, üstlerine de, çeşitli eşyalar doldurur. Berber, bir çanta içinden aletlerini çıkartır. Bunlar, sopa, kaşık, kova, kömür tozu, çamur, fırça gibi eşyalardır. Berber, masa rolündeki kişilerin üzerine oturur; kaşık ile birinin yüzüne çamur; fırça ile de diğerinin yüzüne kömür tozu sürer; sonra, satır ile traş eder; traş bitince, yüzlerine tükürür. Bu da berberin kolonyasıdır.

YILDIZ SEYRETME: Yıldızlı havalarda oynanır. Oyunu bilmeyen bir kişi seçilir. Bütün oyuncular dışarıya çıkarılır. Acemi oyuncuya, bir ceketin kolundan, yıldızlara baktırılır. Sonucu bilmeyen oyuncu, yıldızlara baka dursun; ceketin kolundan dökülen bir kova su her tarafını ıslatır.

KARI KOCA: Yine acemi bir oyuncu seçilir. Bu oyuncuyla birlikte, oyunu iyi bilen bir kişi, yorganın altına girerler. Yüzleri tamamen örtülüdür. Bu iki kişiye, dışardan seçilen iki kişi vuracaktır. Vuranın bilinmesiyle de ebeler değişecektir. Gerçekte, dayak yiyen hep acemi oyuncudur. Usta oyuncu, dayak yemiş gibi sesler çıkarsa da aslında acemi oyuncuyu döven, kendisidir.

YUMURTA OYUNU: Oyunu bilmeyen bir kişi seçilir; başka bir kişi de ebe olur. Acemi oyuncunun şapkasının içine bir yumurta saklanır. Ebe, bu sırada dışarda beklemektedir.Önceden nereye saklandığını bildiği yumurtayı bulacaktır. Ebe içeri girer, şüpheyi çekmemek için, yumurtayı sahiden arar gibi yapar, birden acemi oyuncunun şapkasının üstüne şiddetli vurur. Oyunu bilmeyen acemi oyuncu böylelikle, yumurta ile yıkanmış olur.

HÖLLÜK OYUNU: İkiden fazla kişiyle oynanır. Oyuncuların elinde el büyüklüğünde yassı taşlar vardır. Ön tarafa da yumurta büyüklüğünde “Höllük” adı verilen bir taş dikilir. Amaç belirli bir yerden höllüğü uzaklara götürmektir. Bu iş de, eldeki taşların ustaca höllüğe fırlatılmasıyla olur. Höllüğü vuran kişi, höllüğün gittiği mesafeyi ayakla sayar. Her ayak atışta şu tekerleme sıra ile söylenir:

Nanaç, bibiç, kırküç, kırkdört, kırkbeş… Kırksekiz, kırkdokuz, elli, belli, süllü, sÜlÜman, ardavut, kelenavut, savt, savtbir, savt iki. ..savt on, dalla dedimi oyunu kazanmış olur.

YÜKSÜKLÜ: İki grup tarafından oynanır. Ebe olan grup 10 tane ceviz kabuğunu yere sıralar. Birinin içine de gizlice bir üzüm tanesi saklar. Karşı grup bu üzümü bulacaktır. Bulduktan sonra saklama işi diğer gruba geçer.

Eğer üzüm, hemen birinci kaldırışta bulunursa, geri kalan cevizlerin sayısı cevizi bulan grubun aleyhine yazılır. İkinci kaldırışta bulunursa, part ifade eder ve geri kalan cevizler, çift sayılarak grubun aleyhine yazılır. Oyunda mühim olan, üzümü son kaldırışta bulmaktır.

BENİM GİBİ OL: Ebe olan oyuncu dışarıdan, çorabının teki çıkmış, ceketini ters çevirip tek kolunu giymiş, pantolununun tek bacağını giymiş vaziyette elinde tura, içeri girer ve “Benim gibi ol” diyerek içerdekileri dövmeye başlar. Ebe gibi olununcaya kadar bu dövme işlemi sürer.

SANATKAR OYUNU: Oyuna odada bulanan herkes katılır. İçlerinden bir ebe, bir de ebe yardımcısı seçilir. Ebe ile yardımcısı dışarıya çıkarlar. Ebe dışarda, marangoz, demirci, terzi, vs. gibi bir sanat ve seçtiği bu sanat dalının bir aletini seçer. Yardımcısı ile birlikte içeri girerler. Yardımcı:

-Benim oğlum filan sanatı seçti, ona ne lazım? Diyerek bütün kişilere sorar. Amaç, dışarda ebenin seçtiği aletin bulunmasıdır. Alet söyleninceye kadar, bazı taraflarda ebe, bazı taraflarda da oyuna katılanlar dövülür. Aleti söyleyen ebe olur.

www.larende.com

Oyunlarımız

Mayıs 8, 2007

OYUNLARIMIZ

Oyun, insanların dünyaya geldikten sonra yaşamı boyu bir tutku haline getirdikleri bir eğlence aracı, kültürel ve sosyal hayatın bir ifadesidir. Bu tutkuyu kolay kolay insanlar akıllarından silip atamaz. Oyunu dinlenme, eğlenme, bedensel ve zihinsel gelişmenin ön koşulu olarak tanımlamak mümkündür. Çocukların vazgeçilmez tutkuları olan köşe kapmaca, ip atlama, körebe gibi oyunları açık alanlarda oynanır Oyunlarda çocuklarda işbirliğini, hoşgörüyü ve paylaşmayı öğrenirler ve bu şekilde sosyalleşerek kişiliklerini geliştirirler. Oyun çocuklardan büyüklere kadar herkesi kapsar. Eski çağlarda spor ve talih oyunları Yunanlılardan, kâğıt ve zar oyunları Romalılardan, satranç ise Hindistan’dan çıkmıştır ve günümüze kadar gelmiştir. Oyunlar tek başına olduğu gibi topluda oynanabilir. Spor oyunları vücudu geliştirmeye yönelikken şans oyunları ise önceleri hoş bir eğlence ama daha sonra kazanç için oynanılır. Halk oyunları her ulusun kendi kültürel yapısına göre şekillenir ve ulusun karakterlerini ifade etmeye yararlar. Çocuk oyunları ulustan ulusa değişiklik göstersede benzer özellikler taşımaktadırlar. Bizim yöremizde oynanan oyunlar ise Anadolu kültürünün bir yansımasıdır. Oyunlarımız, çocuk oyunları, düğünlerde oynanan oyunlar ve evde oynanan oyunlar olmak üzere 3 e ayrılır.

DÜĞÜNLER DE

Lurke

Bar

Harzani

Sallama

Üç Ayak

Yalkışla

ÇOCUKLUK VE GENÇLİK

Köşe Kapmaca

Çelik Çubuk

Gıt Oyunu

İp atlama

Birdirbir.

Topaç Oyunu

Körebe

Gayış Oyunu

Gizlempaç Oyunu

Hostanik

Eşek Beli

Aşık Oyunu

Cele Kurup Kuş Yakalama Oyunu

Yumurta Vuruşturma Oyunu

Yünden Yapılan Tezek Basması Üzerinde Oynanan Oyun

Kısa Mesafeli Yarışma Oyunları

Kartopu Oyunları

Kayak Kayma,

Kızak Kayma

At Biniciliği Yarışması

Güreşler

Beş taş Oyunu

Seksek

İp Atlama

Mancılık oyunu

Medehlere binmek

Köşe kapmaca

Kement atıp at yakalama

Körsüde yüzmek

EVLERİMİZ DE OYNANAN OYUNLAR

Tombala

Pişti

Satranç

GÖKHAN GÜNEY

http://www.bizimbulanik.com/yeni/oyunlarimiz.asp