Nurer Uğurlu’nun Divan Bahçesi adlı yapıtının kapağı, renkleriyle, çağrıştırımlarıyla bana nasıl da çekici geldi bir bilseniz! Siyah zemin üzerindeki kırmızı gül. Doğrusu dudak uçuklatacak cinsten. Ama o gül, hasbahçenin gülü. Aşı gülü.Tam da Topkapı’nın bahçesine yakışıyor; birkaç soyun karışımı. Kim bilir hangi gizli eller aşılamış? Dört duvar içinde olduğuna göre sanırım gizli kapaklı yanı da pek çoktur. O dünya, seviciler dünyasıdır bir bakıma. O gül, sakız köçeklerinin kulaklarına daha çok yakışmaktadır.
Divan bahçesinin gülü yanında bir de halk bahçesinin gülü var. O gül, hep göz önünde. O gül, yaban gülüdür, orman gülüdür, sarmaşık gülüdür. Kulağa öylesine sokuluvermiş güldür. Fosforlu Cevriye’nin kulağındaki gül.Yaban dünyanın, köpeği bile gülsüz değildir. Meyveye duran o köpek gülleri bir de bakarsınız akşam olmadan kuşburnu oluvermiş. Hem orada salt bülbüller değil, ibibikler de öter. Üstelik halk bahçesinin gülü, tepeden tırnağa dişidir. Bu nedenle halk bahçesinin şiiri de hep dişidir. “Ak sinede sabah namazı kılmak”tır orada şiir.
Şair olmak, halk bahçesinden gül dermeyi bilmekle olanaklıdır. Merak ederim TDK’nin Derleme Sözlüğü’ne, kaç şairimiz açıp bakmıştır; halkın somutlama becerisine, zenginliğine tanık olmuştur? Şiirin, yaban dili yaşatmakla ilgisini araştırmıştır? Şiirin Darvin’i olmaya özenmiştir? “Yaban Düşünce”nin kapağını açmıştır? İşte bu sorular, beni çocukluğuma götürdü. Karacasu’nun Işıklar köyünde konuşulan dile. Anamın dilinden “anadil”ime. “Doğallık, somutlama, çağrıştırım, duruluk…” pınarının başına. Kısacası “şiir”e götürdü. Anamın dilindeki bu sözcüklerin, bir ikisi dışında, en çok kullanılan anlamlarını vermeyi uygun buldum. Kullanımlarını, baştan sona konusu şiir olan cümlelerle örnekledim. Belki de şiire ve şiirime bir kapı aralamayı düşündüm. Bir ozanın bilinç altında da şiir yatar. Siz bunlara, şiir üzerine “ders notları” da diyebilirsiniz. Sabahattin Kudret Aksal’ın “Şiir Üstüne Notlar”ı, İlhan Berk’in “Şiirin Gizli Tarihi, Adlandırılmayan Yoktur”, Ferit Edgü’nün “Ders Notları” gibi…
TDK’nin Derleme Sözlüğü’nde, sözcüklerin ağız özellikleri korunmuş. Ben, bunu doğru bulmadım. Ekin dilimizin kurallarına uygun davranılırsa, dile yeniden kazandırılabileceklerini, şiir dilinde yer alabileceklerini düşündüm. Sözgelimi benim köyümde “p,t” sert ünsüzleri ve “r” hiç kullanılamaz: “Kargı var, kargıcık var; kargı var parmak kadar, kargı var tırnak kadar…” denmez de “gagı va, gagıcık var; gagı va bamak kada, gagı va tınak kada…” denir. Nasıl dendiğine değil, nasıl denmesi gerektiğine önem verilmelidir diyorum. Çoğu dilbilimcimizin temel ilke olarak benimsediği “Dil, dilbilgisinden değil; dilbilgisi, dilden doğar.” yargısına her konuda hak versek bile, ekin diline uygun söyleyiş konusunda ödün veremeyiz. Çünkü “ulus” ve “dil” birbirinden soyutlanamaz.
Acaplamak: Acayip bulup ayıplamak, kınamak.
O hatır gönül bilmez şiir putlarını, şimdi herkes acaplıyor.
Ağ: Pantolonun, şalvarın apış arası.
Okur, ağı sökülmüş dizelerle ortaya çıkan her ozana erkenden diz çöktürür.
Ağız: Doğum yapan hayvanın ilk sütü.
Ağız, hep yavru ağzına akar; ağız tadı ise hep şiir ağzına.
Ağmak: Tırmanmak, yükselmek.
Gönülsüz namaz, göklere ağmaz; zorlama şiir zamana ağmaz.
Akbaş: Karnıbahar.
Akbaş saksıya yakıştığında, bilin ki saçlarını ağartmış bir şiirdir artık.
Alnı çatı: Alnın tam orta yeri.
Kekliği kanadından, şairaneliği alnı çatından vururlar.
Angastan:Kandırmak amacıyla öylesine söylenivermiş söz, yalancıktan.
Yaşamı yalanlayan sözler sokağa çıkmasaydı, angastan şairler de olmazdı!
Andız: İffetsiz, erkeklere karşı sırnaşık, kaba ardıç gibi kadın.
Seni gidi koca andız, sen misin sözcüklerin başını döndürüp onları dizelerde ters yüz yatıran..
Annaç (alnaç): Karşıda olan.
Şu yeni yetme ozanlar, annacındaki şiir aynasında saç taramayı ne gün öğrenecekler?
Argaç: Dokumada mekikteki atkı ipliği.
Şiir atkısını attırmamayı bilen her ozan, dil mekiğindeki argaçlık sözcüklerle şıkıdık şıkıdık oynamayı da bilir.
Avkanlanmak (afakanlanmak): Sinirlenip heyecanlanmak.
Zamanlı zamansız avkanlanan ozanın avcısı o acımasız zamandır.
Ayazlık: Akdeniz evlerinde hayattan dışarıya doğru çıkan, etrafı çevrili yüksekçe oturma yeri.
Ey ozan, balkon ölümün cesur körfeziyse, ayazlık da“hayat”ın.
Balkan: Ağacın, çalı çırpının iç içe girdiği, içine girilemez hale gelmiş yer.
Her ozan sözcük budama işinden anlasaydı, bu şiirler böyle balkan olur muydu; şiir dünyası da balkanlaşır mıydı?
Baylan: Nazlı, şımarık
Bu baylan dizeler, keşke nazeninlik okulundan diploma almayı da akıl edebilselerdi!
Bardak: Su içilen, çoğu emzikli toprak kap.
Şiirin buz gibi olsun istiyorsan, şiir bardağını, güzellerin geçtiği yolu gören pencereye koy.
Belemek: Bebeği beşiğe sarıp bağlamak.
Şiir beşiğine bebek belemeyi öğreneceksen sadece şiir yazma, şiir bakımıyla ilgili kitapları da oku.
Beniz: Yüz rengi.
II. Yeni’den, hele 1980 Şiiri’nden bu yana Türk şiirinin beti benzi iyice soldu.
Beşbıyık: Muşmula.
Ozan bıyığıyla beşbıyığı karıştıran hanımlar, bir günden bir güne şiirle öpüşmeye kalkmasın.
Bezirme: Kalınca yufka.
Şiiri yufkalaştırmayı bilmeyenler, bezirme içine kendi duygularını koyup yerler.
Başaklama: Daha önce toplanan bir üründen, tarlada ya da ağaçta kalanları toplanma.
Hadi, ustalar bahçesine imge başaklamaya gidelim.
Bulamaç: Şeker ya da pekmezle unun karıştırılarak yapıldığı tatlı.
Batı şiirinin o farklı yavan damak tadını baştan fark edebilseydik; Türk şiirini, zorla AB’nin bulamaç malzemesi yapmaya kalkmazdık.
Bürgü: Katlamadan kullanılan baş örtüsü.
Ey şiir, at başındaki bürgünü de kapalı göklerin hüznü başına çökmesin ve birdenbire başlasın şiir yağmuru.
Bükme: Diz ve diz altı kadın donunun lastikli büzgülü yeri.
Dizini dikip oturmuş o bükmesi kırık şiirleri okuyacak röntgenci okurlar, elbette her zaman olacaktır.
Çarık: Sokak sokak dolaşan kadın.
Şiir, çarık gibi kapı kapı dolaşanları sevmez; üstelik her kapının önünde de çarık çıkarılmaz..
Çatma: At, eşek, öküzü yan yana bağlayarak harmanı eritme işi.
Uyağı, ulamayı, ölçüyü dörtlüğü çatmaya koşmayı bilmeyene eskiden kimse ozan demezdi; oysa şimdi kendini çatmaya koşturmaktan hoşlanana ozan deniyor..
Çeç: Savrulup temizlenmiş, harman yerindeki arpa, buğday yığını.
Çeçim bereketli olsun diyorsan, şiirinde sapla samanı iyi ayır, şiiri savurmaya devam et.
Çılbır: Suya kırılıp pişirilmiş renkli ve tereyağlı yumurta yemeği.
Damat sofrasının çılbırıdır kadın ozanlarımızın aşk şiirleri..
Çırakman: Kandil.
Çırakmanını yakmadan şiirin başına geçme, şiir karanlığı sevmez.
Çilbir: Başa takılan, hayvanı çekmeye yarayan zincir, ip:
Okur,önce çilbiri eline, yani başlığı diline yakışan şiirleri okur.
Çotunak: İki dalın gövdeden ayrıldığı yer.
Şiiri rahatlıkta, çotunakta otururken değil; dal uçlarında dolaşırken ara, o tazeliğin kokusu ve korkusu yüreğine düşsün
Çovaşlamak: Güneşlemek.
Şiirin çovaşladığı yer, yalnızca okurun bahçesidir.
Çöğmek: Yükseğe fırlamak.
Dolaşımda olan şiir, çöğüp buluta tutunmayı bilen şiirdir; çünkü bulutlar sınır tanımaz.
Dalabık (dalıbık): Tedirginliği sürekli kılan gönül üzüntüsü.
Dalıbıklı gülibiklerdir, şiiri sabah uykularından eden; uykusunu almamış şiire de şiir denmez..
Dam: Cezaevi.
Dam üstünde un eleyenlerle aklı bozmamış o iyi ozanlardan biri olmak için, Nazım, Ahmet Arif gibi ille de damda yatmak mı gerekir bilmem?
Dastar: Başa sıkıca bağlanan örtü.
Dikkati, menevişli gözlerde toplamak için, bir şiirde hangi sözcüklerin dastarlanacağını ancak iyi şair bilir.
Dayak: Kapının açılmasını önlemek için arkaya dayanan ağaç.
Harcıalem şiirlerle sokak sokak dolaşmaya alışmış bir ozan, belli bir saatten sonra kapı dayaklamakla ne şiirin namusunu ne de kendi namusunu temizleyebilir.
Deste: Biçilip bir yere konmuş arpa buğday demeti.
Şiir tarlasında deste çekmekle işe başlamamış bir ozandan, şiir emeği adına eylemde bulunması beklenemez.
Dığan. Saplı, yayvan tencere; ağzını toplamayı bilmeyen, yersiz konuşan kişi.
O ozan, dığan olmasaydı, şiirin kaynanası okur önünde nasıl konuşacağını da iyi bilirdi.
Dirgen: Arpa buğday saplarını atmaya, aktarmaya yarayan alet.
Dirgeni yiyen sıpa, ne yeme gelir ne sapa; o halde bugün, şiir okurunun eline hemen bir dirgen vermek gerekiyor..
Dişlek: Dişleri öne doğru çıkık olan.
Dişlek ozanlardır dudağın dişten önce geldiği gerçeğini bilmeyenler.
Dizlik: Uzunluluğu dize kadar olan kadın donu.
Ozanın işi, onun bunun dizliğiyle değil, dizeyledir.
Döngel: Muşmula.
Muşmula suratlılar bile, bir gün kendilerine “döngel” dedirtebiliyorlarsa, mutlaka şiir sayesindedir.
Döşeklik. Evlerde döşek konan kapalı yer.
Bir aşk ozanını ilk işi, sevgilinin erden kokusunu, döşeklikte arayıp bulmaktır.
Dumağı (duma): Nezle, burun akıntısı.
Şiir dumağısıyla boğuşan bir ozandan, insanlığın yükünü taşıması beklenemez.
Düdük: Boğaz.
Sevgiliyle paylaşılmayan bir şiir, ozanın düdüğünden kolay kolay geçmez.
Düzmek: Cinsel ilişkide erkeğin etkin olması.
Dişi bir sözcük bulan her yeni yetme ozanın aklına, acaba neden önce şiir“düzmek”düşer?
Ekin: Tarladaki arpa buğday gibi ürün.
Gök ekini çiğnememeyi erdem bilen bu ulusun ozanları, şiir tarlasına destursuz (izinsiz) girilmeyeceğini de iyi bilir.
Ellik: Ekin biçerken sol elin parmaklarına geçirilen tahtadan yapılma araç.
Şiir hasadına çıkan, ellik kullanmayı asla akıl etmesin; çünkü elinle dokunamadığın hiçbir şiir somutluk kazanmaz.
Elmalık: Odalarda tavan altına boydan boya yapılan raf.
Şiir göz önünde olur, ama el ayak altında olmaz; o halde kaldır onu elmalığa koy.
Erinmek: Bir işi yapmaya üşenmek, işi zor bulup yapmak istememek.
Ozan dizelerle uyur, dizelerle uyanır; o halde erinme, sabahı beklemeden kalk, yaz.
Esen. Rüzgâr.
Esin de esen gibidir, geçip gittiğini hissedersin o kadar.
Eğsi: Bir kısmı daha önce yanmış odun.
Ozan dediğin, her şeyden önce sözcük dağından düz odun taşımayı öğrenmeli Yunus gibi; çünkü el alemin yakıp söndürdüğü eğsilerle şiir ateşi harlamaz.
Evinsiz: Beslenmemiş, içi dolmamış ürün; yersiz, özsüz konuşan kişi.
Evinsiz şiir, evinsiz ozanın sözcük yığınından başka hiçbir şey değildir; hani nerde doğrular ya da yanlışlar?
File: Hayvana binerken basmak için kullanılan, semerin iki yanına sarkmış urgan turası.
Bir divanın kapağını açar açmaz, ayağını hemen, o şiirin filesi durumundaki kafiyeye atmalısın.
Geriz: Kapalı su yolu.
Gerizlerden geçip yeraltını tanıma olanağı bulmamış şiirlere ve şairlere, “Duruluk nedir?” diye sorma.
Gevik: Şekli bozulmuş, eğri büğrü olmuş.
İyi şiir okuyamayan çenesi gevik biri, iyi ozan da olamaz; şiir önce sestir.
Gıcır: Mısırın siyah tanesi; mısır soyarken daha çok siyah tane bulmaya dayalı şans oyunu.
Çocukluğunda mısır soyup gıcır sokmayı öğrendiği için, hicvi bile oyuna dönüştürüp şiiri şiir yapabiliyor.
Göden: Şişkince gövde.
“Şiir eninde sonunda görmedir.” diyen bir ozana göre, şiire, ağacın gödenine kalp ve ok çizmekle başlanır; sevgilinin adı ise sonradan gelir.
Göleme: Yaşlı ağacın dalını yatırıp toprak altına gömerek tekrar kökleşmesini, tazelenmesini sağlama.
Öyle imgeler, öyle dizeler vardır ki, gölendikçe şiir bahçesi tazelenir.
Göver: Tohumluk küçük soğan.
Soğanı değil, göveri yemeği öğrenseydik ozan olurduk.
Göverti: Başağa durmamış yeşil haldeki arpa buğday, yeşillik.
Şiir, okur için bir yangın gerecidir; o halde göverti halindeki şiiri bekletip kurutmak, o gövertiyi çiğnememek önce ozanın işi.
Göynük: İçi yanık,dertli, hüzünlü.
Sözcüklerin de duygu değerleri vardır; göynük sözcükleri iyi seç ki, şiir, onları bağrına yüksünmeden bassın..
Gücülen: Henüz, güç bela.
Gücülen uyumuştum, kapı çalındığına göre şiir gelmiş olmalı.
Gür: Böğürtlen.
Çağlar boyu nice ozanı besleyen ne midir; Sapho’nun o gür üzümü memeleridir.
Hamile: Fistan üstüne giyilen basma kadın ceketi.
Şiiri, siyah tayyörden, kırmızı fulardan kurtarmak gerekir; sırtına hamileni geçiriver ki şiire hamile kalasın.
Haspa: Erkek delisi, sevimli, cana yakın kadın.
O haspa sözcüklerdir şiirde dilin belini getiren..
Haşıl: Birbirine girmiş, ezilmiş, dağılmış, çiğnenmiş halde olan.
Okurun haşılını çıkaracaksan, içindeki “sanat sanat içindir” volkanını patlat.
Hatıl: Taş ya da kerpiç duvarın sağlam olması için yer yer duvara konan ağaç, kereste.
Şiire arada bir hatıl atmak gerekir ki, okur, şiirin altında kalmasın; o hatıl, bazen bir imge, bazen bir dize, bazen de bir nakarattır…
Hayat: Akdeniz evlerinde boydan boya önü açık salon.
Şiiri odalardan hayata çıkar ki, hayat bulsun.
Heğre (here): Sincap.
Şiir, heğre gibi olmalı, hem çok sevimli ve kuyruğu daima dik, hem de çok can yakıcı.
Herek: Sırık; uzun boylu ve çok zayıf.
Sözcüklerin sarktığı o herek gibi şiirlerde, sözcükler bir türlü kurumak bilmez; o halde dize de önemli.
Hırlı: Hayırlı, doğru, dürüst kişi.
Ozanlar, çok da hırlı adamlar olsalardı, o mesaj verme adı altındaki masaj yapma sevdalarına
“aşk şiiri” demezlerdi.
Horsunmak: Aşağılamak, değersiz görmek.
Şiirin kendisiyle başladığını sanan ozan, aslında “miri malı”nı horsunmaktadır; aman Şeyh Galip duymasın.
Irlamak: Sallamak.
“Çıktım erik dalına / Anda yedim üzümü” diyen Yunus ne der bilmem, ırla şiir dalını, ağzına akıt gönül balını.
Isıran: Hamur kazımaya, saçta ekmek aktarmaya yarayan alet.
Şiir, öyle erkeklik taslamaya gelmez;o halde ısıransız şiir başına oturma; sonra cinsiyet ayrımcıları sapla samanı karıştırıp “Elinin hamuruyla erkek işine karışmış.” derler.
İç donu: Erkeklerin pantolon altına giydikleri uzun, beyaz çamaşır.
Erkekler uçkur çözdürme zevkini yaşamak için iç donu giyerler; ey okur şiirin iç donu ise değişmecedir (mecaz).
İlmek: Kaba dikiş.
Şiir sözcükleri birbirine iliverme işi değildir, bu dünyada herkes, sözcükleri bir biçimde birbirine iliyor.
İşlik: Üste giyilen çamaşır; mintan, gömlek.
İşlikli şiirle yatağa giren ozan, değişmece (mecaz) derme özürlüsüdür; böğürtleni dalında kurutur, şeftaliyi çürütür.
İteği. Ekmek yaparken unun etrafa dağılmaması için alta serilen bez.
Bir ozan eteğini iteği yapmaya kalkarsa, sadece kendinin değil, şiirin de kıçı başı açıkta kalır.
İnme: Felç.
Ozan olarak bütün başarılarımı, biraz da başarısızlıklarıma, kalemime inme inen o günlere borçluyum.
Ismık: Çekingen, konuşmayı beceremeyen.
Ozan dediğin biraz da ısmıktır; çok konuşmayı becerebilseydi, sözcükleri çabuk tüketirdi.
İspirte: Kibrit.
Kibrit mi, ispirte mi dersen ben ispirte derim; ülkemin sözcük coğrafyasına daha uygun değil mi hey ispirto..
Kabayel: Lodos.
Kabayelin, kabalıkla bir ilişkisi yoktur; öyle olsaydı ben şu dizeleri yazamazdım: “Harmaniyesinde savrulan / -o beden lodosu”
Kahpenalı: Her şeye rağmen sevimli ve becerikli.
O kahpenalı ozanlardır ki merakın sınırlarını zorlayıp “gitirmek”in nasıl “götürmeye dönüştüğünü anlamak için can atanlar.
Kaltak: Yaşlanmış iffetsiz kadın.
Kaltağa pike yapıp düz geçen kalkık burunlu bir uçak mıdır şiir?
Kancık: İki yüzlü, dişi.
Kancık imge kuyruğunu sallamasa şiir nasıl ayaklanır?.
Kanırtmak: Zorlayarak bir şeyi yerinden ayırmaya çalışmak, bükmek.
Sözcük dalı gevrek olur, kanırtmaya gelmez.
Kapatma: Nikâhsız yaşanan kadın, metres.
Kapatmaya kapı açmayan şiir yoktur; öyle olmasaydı; onca işveli söz sanatı, bir şiirde yan yana yaşayabilir miydi?
Kaptaş: Suyun taksim yeri, suyun taksim yerinde suyun yönünü değiştirmeye yarayan büyük taş.
Şiir kesildi; demek ki kaptaşta suyu çeviren biri var; o halde her ozanın kendi sözcükleriyle kazdığı bir su yolu olmalıdır.
Karık: Suyun bahçede iyi dolaşması için yapılan birbirine bağlı su arığı.
Karıktan karığa geçer şiirin suyu; Nedim olmasaydı, Yahya Kemal de olmazdı.
Kavta: Kutu.
Şiiri, kavtaya kolayca koymak olanaklı olsaydı, bunca edebi akım ortaya çıkmazdı?
Kayrak: Yassı, ince düz taş.
Ulamalar, şiire döşenmiş kayraklardır.
Kaydırak: El kadar yassı bir taşı, tek ayakla sekip kaydırarak oynanan çocuk oyunu.
Şiirde her sözcükle kaydırak oynanmaz.
Kıstırgaç. Yengeç ya da yengece benzer böcekler.
Kıstırgaç gibi yan yan gitmeyen bir ozanın, dil okyanusundan kıyıya çıkabilmesi, öyle pek de olanaklı değildir.
Kıvramak: Acele etmek.
Kıvranmayan şiir için kıvramayan ozan, ustalığı düz ovada yitirir.
Komsu: Sokulgan, cana yakın.
Dikkat ettim en komsu şiirler, nedense ayrılık şiirleridir; öyleyse şiir dediğimiz sadece karşıtlıkmış (tezat).
Kostak: Albenili, havalı, güzel, çekici.
O kostak şiirler değil midir badeyi süzdüren?.
Kovuz: İçi boş, çürük.
Bir ozan da kendi şiirlerini seçebilir, görür görmez hangisinin kovuz olduğunu anlayabilir; ama hangi ozan bir şiirine kıyabilmiş ki.
Kösmek: Aşırı yağışlarda ya sulama sırasında toprağın çökmesi.
Sözcük selinde kalan şiir köstüğünde, o kösüğün, altında önce ozanın kendisi kalır.
Kuyruklu: Akrep.
Yılan üstünde kuyruğunu dikmiş bir kuyruklu gördün mü hiç; şiir eleştirmenidir o; şiir dünyası da zehrin zehre egemenliği üstüne kurulmuştur.
Mamır: Büsbütün, tamamen.
Çaban, mamır özgünlüğe yönelik olmasın; bir şiirdeki özgünlüğü ozanı değil, okur fark eder.
Mesmerim: İşe yarayan, hüner isteyen, düzgün, münasip.
Onun mesmerim bir işi yoktur ki, mesmerim bir şiiri olsun; çünkü ozan da yaşamın içindedir.
Muhra: Yaranın kabuğu.
Her meyhane şiiri, bir gönül yarasının muhrasıdır;o muhra kaldırılınca hep beraber ağlanır.
Ötürük: İshal.
“Gerçeküstü (sürrealist) şiir” yazmak için mutlaka ötürüklü olduğun günü seç.
Peşkir: Küçük el havlusu.
Ozan, şiir külhanında boynundan peşkiri eksik etmemeyi bilmelidir.
Pürçük: Soğan, sarımsak, pırasanın yaprak kısmı.
“Şiirde anlam her şey değildir.” diyor İlhan Berk; ey sünnetsiz çocuk, bundan benim anladığım,
pürçüğün de şiire dahil olduğudur.
Püslen: Bir üzüm salkımını oluşturan saplardan her biri, salkım içindeki salkım.
Şiir, çağlar boyu ne sadece taneyle ne de sadece salkımla şiir olmuştur; şiir her püsleni görmeyi de gerektirir; bu yüzden şiirde üçlüklere, dörtlüklere…. yer vardır.
Sabi: Küçük çocuk, günahsız.
Bir ozanı ozan yapan, ilk kitabındaki o sabi dizelerdir.
Sındı: Makas.
“Sınmak” eylemi ile “sındı” arasında bir ilişki kuramayan bir ozanın dilindeki sınıklıktır şiirin önündeki en büyük engel; dilin yakasını açmak için sındıyı elde hazır bulundurmak gerekir.
Soyka: Ölünün üstünde çıkan giysi; ölüyü güldürecek kadar şakacı.
Fransız ozanlarının o soyka dizeleri olmasaydı, çoğu ozanımız da şiir dünyamızın sevimli soykalığına soyunamazdı.
Sökük. Giysinin sökülmüş kısmı; iffetsiz kadın.
Şiirinin söküğünü dikmeyi bilmeyen yakanın sökükleridir durup durup şiirin edebinden söz edenler.
Sümüklüböcek: Salyangoz.
Şiir dünyamızın antenleri açık o salyangozları, salt şiir eleştirisi yapmıyorlar ki; bir de yol gösterme adına çıkardıkları o salgılarıyla şiir dünyamızı yapışkanlaştırıp kirletiyorlar.
Taygeldi: İkinci kez evlenen kadının beraberinde getirdiği çocuk.
Aklını taygeldiyle bozmaktır şiirde sürrealizm denen şey.
Tura: İp, urgan tomarı.
Bir kitapta anaduygu-izlek birliği adına turalanmış şiirler, öbür şiirleri, akasyalar açmadan dar ağacına çekmeye yarar.
Tuluk: Çeşitli gıda maddeleri konan deri torba; aşır tombul, şişman.
Şiirine “kara tuluk” dedirmeyeceksen, canın her çektiğinde ağzına sözcük atma; öylelerinin geçmişte kalan zillilikleri de bugün gönül eğlemeye yetmez.
Urga: Hamurun ele yapışmaması için, hamur üstüne ve avuca serpilen un.
Dizelerin birbirine, şiirin eline yapışmasın istiyorsan, şiirini, bağlantı sözcükleriyle ve uyaklarla hafifçe urgala.
Yağlık: Mendil.
Edip Cansever, o gün yağlı yememiş olacak ki, şiirinin adı “Yağlığımda Kan Sesleri” değil de Mendilimde Kan Sesleridir”.
Yalabık (yalıbık): Kaypak, herkese yaranmayı beceren.
Ey ozan, mademki şiiri bir o okurun, bir bu okurun kucağındaki aşüfte sanıyorsun; o halde aman dizelerin de epeyce yalabık olsun!
Yaltak: Dalkavukluk yapmayı seven; kötü yola düşmüş ya da düşmeye istekli kadın.
Öylesine yaltaklanmasaydın o ödül jürisi, sana hiç dönüp bakar mıydı?
Yargın: Sırt, arka.
Bir ozan yargınında bir şey taşımak istiyorsa okuru değil, gücü yetiyorsa şiirin bütün geçmişini taşımalıdır..
Yavan. Tatsız, tuzsuz; uygunsuz sözler eden ve bundan hoşlanan kişi.
Olur olmaz sözcüğe yüz verme, şiirin yavanlığa tahammülü yoktur.
Yazmak: Halı, kilim, sofra bezi gibi şeyleri düzgünce sermek.
Şiirini okur önüne öyle düzgünce yaz ki, hiçbir sözcük bulunduğu yerde kıvrım oluşturmasın, hiçbir uyağın püskülü de altta kalmasın.
Yeldirmek: Sürekli gezip dolaşmak.
Her zaman bir şiiri, bir dergide ya da bir sitede yayımlamak kolay, ama bir şiir kitabını bastırmak çok zor; bu nedenle bütün ozanlar, ömür boyu yayınevi yayınevi yeldirip dururlar.
Yellenmek: Osurmak.
Bir ozan, şiirin, yellenip rahatlamasını istiyorsa bol redif ve nakarat kullanmalıdır.
Yen: Giysinin kol ağzı:
Şiirin yenini fazla geniş bırak ki, erotik kokular arayan okur koltuk altlarını kolayca gıdıklayabilsin..
Yılık: Davranışları bozuk, hafif kadın.
Şiirini salt o yılıklara bırakma ki, “haddeden geçmiş nezaket” diyetini bozmasın..
Yungu: Toprak damları sıkıştırmakta kullanılan silindir halindeki taş.
Şiirini okur önüne çıkarmadan önce bir güzel yungula, sonra sözcük boşlukları okurun ıslanmasına neden olur.
Yunmak (yünmek): Yıkanmak, çamaşır yıkamak.
Ozan, küllü suyla yunmak gerektiğini asla unutamaz, yoksa o yaban, o doğal şiire bir günden bir güne ulaşamaz.
Yüğürmek: Gebe kalmak amacıyla cinsel ilişkide bulunmak.
Yüğürmeyi bilmeyen esinin doğurduğu ne zaman görülmüştür?
Yüklü: Gebe.
Bir ozan olarak kendimi şöyle anlatmıştım: “Utanır mıyım hiç sizler için yüklenmeyi / Çünkü ben sözcükleri doğurtup / şiiri doğuranım”
Zıbın: Gömlek.
Ozan olmak, doğacak şiire zıbın kesmeyi öğrenmekle başlar; donu sonra kesersin, çişini söylemeye başladığında.
Tahsin ŞİMŞEK